20 Ocak 2013 Pazar

KOKU

Herkesin ve her şeyin kokusu vardır bana göre.

Nane the cat, pudra kokar.

Can the son, bebek.

Annem anne kokar. Babam baba. Hala son giydiği giysiyi koklarım her memleket ziyaretinde. Kimsede yoktur o koku.

Bir giysi alırken bile önce kumaşa dokunurum, sonra koklarım. Ne işime yarayacaksa. Ama algılarım ve hafızam buna göre çalışır benim.

Kokusunu sevmediğim insanları ve yerleri de genelde sevmem.

Anneanne kokusu vardır. Hala çok nadir de olsa burnuma gelen. Çocukluğum, ergenliğimdir.

Çeşme, mimoza kokar benim için hala. Gençliğimdir.

Paris metro kokar. Özgürlüğümdür.

Memleketim deniz ve kömür kokar. Deniz de, kömür de hiç yerde öyle kokmaz üstelik. Yaşamdır.

Tünel kokusu vardır bir de. Trenler için yapılan tünellerin. He bir de çok uzun bir tünel vardır memleketimde. Çocukluğumdur.

Ev sıcak yuva kokar. Gerçekliğimdir.

Ayrıldığım yerlerin, görmediğim, göremediğim insanların önce kokularını özlerim. Burnumun direği hep bundan sızlar.




14 Ocak 2013 Pazartesi

Tetikleme

Bir gün bir olay olur, bir mail, bir telefon, bir anı, bir rüya…
Kendini sorgulamaya başlarsın.

Neden varsın? Hadi var oldun da, buna değecek ne yaptın? Hayatın nasıl? Değdi mi var olmana? Var ettin mi hiç?

İşte bu nokta cidden b.ktan bir durumdur ve kendi kendine açıklamalar yaparken bulursun kendini. Hani Tom ve Jerry’deki Tom’un kuyruğuna takılan patlayıcıyla kül olması ve en son gözlerinin yere düşmesi gibi biraz komik ama bolca da acıklı bir durumdur. Ne yazık ki bu gerçek hayatta hemen tek parçaya dönmen de zaman alır.

Eskiden bu hesaplaşmaları “ama o da bana bunu dedi” tadında yapıyordum yani hep bir savunma. Ne zaman sonra durum tespiti yapıp durumun vahimliğini ortaya koyup geri çekilmeyi seçtim. Nice zaman sonra “böyle oldu, ama ben de böyle yaptım” demeye başladım. Beş kere okuduğum bir sayfa, her okuduğumda bende farklı bir tortu bırakmaya başladı misal.

Ve aslında her tetiklemede, anne ve babanın senin düşündüğün kadar mükemmel olmadıklarını anladığın zamanki gibi bir hayal kırıklığı yaşarsın. Ve de büyümenin aslında o kadar da iyi bir şey olmadığını çözdüğün gibi.

Ve zamanla daha yalın yanıtlar vermeye başlarsın sorularına… Biraz daha güçlü ve neleri var ettiğini bilerek… 

17 Kasım 2012 Cumartesi


Aramızda sadece beş metre var. Sen camın diğer tarafındasın, biz diğer. Biliyorum, orada olduğumuzu hissediyorsun.

Zeynep hemşireye “sadece el sallasak” derken gerçekten el sallıyor. Gülüyorum.

Tescilli aritmim devreye giriyor. Kalbimi tutuyorum. Kalbim sende biliyorsun.

Seni göremiyoruz. Ama biliyorum, orada olduğumuzu biliyorsun.

Yoğun bakımda yakınını bekleyenler bilir bu ruh halini. Her kapı açıldığında içeriden gelecek bir haberi bekleyenler bilir. İyi haber alan hasta yakınının sevincine ortak olursun, kendininkinden de gelmesini dileyerek. Umuttur çünkü o haber. Aksileriyse senin de canını yakar diğerleri gibi. Ağlayanın omzunu tutarsın, söyleyecek bir şeyin yoktur. “Yoğun bakım kardeşliği” denen bir şey vardır.

Seni sevdiğinden ayıransa sadece buzlu camlı bir kapıdır. Buz gibi soğuktur.

O cam bir an önce aralansın kardeşim mutlulukla, müjdelerle.

15 Kasım 2012 Perşembe

Stres bende embesillik yapıyor.


İş stresi, ev bilmem nesi derken eskiden zaman zaman uğrayan stres baya bi kankam oldu. Hal böyle olunca bana genelde stres halinde gelen geçici embesillik hali de kalıcı olmaya başladı.

Sağlık sitelerinde “sitires kouses … bilmem ne”…lerin yarına “bazı insanlarda demans, aybiklerde hem demans hem de embesoli (yeni uydurdum-havalı bi isim lazımdı)ye neden olur deseler…

Neden mi?

- TR’den aldığım telefonum kapandı. İşlemleri yapanlar üçkâğıtçı çıktı (hatta şirketlerini kapatmışlar). Elimde artık çalışmayan iphone’umla kalakaldım. Bilişim bilmem ne komisyonunu aradım. Ve derdimi anlatana kadar tüm hayat hikayemi de anlattım. Bunu neden yaptım bilmiyorum, yani Can’ın babasıyla yurt dışına tatile gittiği gibi bir detaya gerek yoktu mesela.

- Annem geldiğinden beri ctesileri pazara gidiyoruz. Meyve sebze pazardan alınırmış…
Alınır da alınan arabaya dökülmez. Son 3 gündür arabaya dökülen soğanlar (ısrarla toplamayı unutuyorum) yokuş aşağı inerken ayaklarım altına kadar geliyor ve ben annemi arayıp arabaya soğanları döktüğünü söylüyorum her seferinde şaşırarak. Burada salak mıyım, demans mı, yoksa anneme hata yaptığını belirtmek için fırsat mı kolluyorum…

- Alışveriş merkezinin girişinde “hoş geldiniz” diyen kıza, “ayy siz de” diyerek “nasılsınız” şeklinde hal hatır soruyorum.

- Aynı merkezdeki ayakkabı tamircisine gidip ayakkabının yanımda olmadığını fark edip tekrar aynı kapıdan girerken bir önceki geçişteki samimiyetime dayanarak ayakkabı da yaşadığım sorunu anlatıyorum.

- Bir sonraki gün de aynı noktada güvenliğe “yine ben” diyorum ama karşımda “yine onlar” değil.

- Ofiste yaptıklarımı yazamayacağım, sanırım benim için ayrı bir rapor yazıyorlar, ama farkı bir göreve atanan yönetici için “aman onu da sevmezdim zaten, giderken yürrüü diyeceğim” şeklindeki yorumumla top 10 listesinde sıramı aldım sanırım.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Sen yokken…


Hem çok şey, hem hiç bir şey oldu…

Seni çok özledim mesela. Bitmeyen bir sızı yüreğime kondu.

Suskun, solgun yüzünle rüyalarıma girdin. Konuşmadın. Her sabah rüyamı hayra yormaya çalıştım. Sadece bir gece beni sevdiğini söyledin. Bir gece sarıldım sana doyasıya.

Keşkelerim oldu çılgınca. Kendimle hesaplaştım.

Bu ülkenin çocukları için bizden gizlice verdiğin emekleri öğrendim, seninle gurur duydum her zamanki gibi.

Seninle ilgili yazılanları, çizilenleri okudum.

Torunun seni ziyaret etti.

Gördün mü?

“Ben geldim babam” diye seslendim içimden.

Duydun mu?

Çok sevdiğin vatanında çılgın şeyler oldu yine.

Biliyorum hepsine çok üzülürdün.

Kısaca iyi bir şey olmadı babam.

Sen yokken hazan oldu…

Şehirlerde.

Yüreğimde…



14 Eylül 2012 Cuma

Bir adam tanıdım. Kahramanımdı. Babamdı.

Gözümden dökülen yaşlar yüzümden tişörtüme iniyor. Çocukken bile ağladığını hatırlamayan ben, Sen söz konusu olduğunda kendimi tutamıyorum. Kızlarının saçının teline kıyamayan, “sizin gözünüzden bir damla yaş düşse benim içim yanar” diyen Sen yoksun.

Hoca dua okuyor. Denizi izliyorum. Kabaran dalgalar kayalara değil yüreğime çarpıyor. Terminal binasının yarısı görünüyor balkondan. Öğrenciyken İstanbul’a gelmek için bindiğim otobüsün önünde yine gözyaşlarını siliyorsun tebessüm etmeye çalışarak. Ve geçen sene yazlıkta beni uğurlarken ağlıyorsun, “bir daha seni ne zaman görürüm” diyorsun. Arabada paçavrayım, annemi arıyorum, “aman bilmez misin her zamanki baban” diyor. Aklımda Sen hayata dönüyorum.

Kucağından hiç inmediğim dedem vefat ettiğinde fark ettim çakır gözlü Seni... Daha doğrusu annem sana öyle derdi de, aslında su yeşili derin, dingin gözlerin vardı şimdi benim canımda olduğu gibi. Dupduru bakardın. İnsanların güzel bakanının makbul olduğunu Senden öğrendim.

Biraz deli dolu olduğun söylenirdi. Oysa ben seninle gerçekten yedi yaşımda tanıştığım için heyecanlandığında gökleri inleten sesini değil, bağlamana dokunurken ve notalara eşlik ederken yürekleri titreten sesinle tanıdım. Bir kış günü gitar çalmak istediğimi söylediğimde, Kastamonu’ya gidip cura almıştın. Bana “temelin sağlam olsun” demiştin ama aslında en azından bir kızının bağlama çalmasını istediğini çok sonraları akıl ettim. Hayalini gerçekleştiremesem de müziği ve türküleri sevmeyi Senden öğrendim.

Seni keşfettikten sonra peşine takıldım. Dağ bayır takip ettim. Biraz da “Erkek Fatma” olmaya özendiğim için üzerime hiç yakışmayan bu elbise ile dolaşmaya başladım. Ama diğer yandan çok keyif alıyordum. Tüm bu yalakalık anlarımda doğayı çok seven ve saygı duyan bir Sen tanıdım. Hep korktuğum farelerin ve iğrendiğim solucanların bile doğa için ne kadar önemli olduklarını duyduğum günü hala hatırlarım (babaannemin bahçesinde sen çapa yapıyordun). Ve ağladığım için eve getirilen yavru av köpeğini annesinden ayırmamamız gerektiğini ve onu kendi evimizde tutmanın doğaya aykırı olduğunu, avlanması gerektiğini güzel sesinle sakince anlatmanı. Ve elini sürdüğü her yeşilden, yepyeni dünyalar yaratmanı. Ve kırılan bir dala üzülmeni, bir ağaca kıyanın “vatana ihanet ettiğini”. Ben ağacı, çiçeği, böceği sevmeyi, her canlıya saygı duymayı Senden öğrendim.

Eğitimde fırsat eşitliğini savunan Sen koleji kazandığım gün çok üzülmüştün biliyorum. Kendi ilkelerine ters düşse de benim ve annemi kıramadığın için parayla eğitim almama razı oldun. Sana göre her çocuk “en iyi eğitimi” hak ederdi. Binleri eğittin. Okutulmayan kızların, maddi durumu iyi olmayan öğrencilerin, sporcuların peşinden koştun annemi de yanına alarak. Hatırlar mısın şort giymesine izin vermediği için kızını hentbol takımından almaya çalışan babayı ikna edişini, ya da imam hatipten aldığın Mehmet abiyi? Kaç kişiyi karanlıktan kurtardın bilmiyorum. Ama kurtardıklarından biri yıllar sonra en büyük destekçin oldu. Ben fırsat verildiğinde insanların nereye gelebileceklerini Senden öğrendim.

Diline o kadar hayrandın ki, annemin tüm uyarılarına rağmen kendi arkadaşlarını bile konuşurken uyarır kelimenin/cümlenin doğrusu söylerdin. Öğrencilerinin sınıfı geçmesi için ekonomiyi bilmeleri asla yeterli olmazdı. “Dil birliği” derdin, “okuyun” derdin. “Örneğin, mesela” dememeyi Senden öğrendim.

Vatanına, bayrağına tutkuyu, onurun ne demek olduğunu, kul hakkı yememeyi, insana ve hayata saygıyı, sabrı, dürüstlüğü, bildiğim iyi ne varsa Senden öğrendim.

Birlikte çevirdiğimiz küçük çaplı dolapları aramızda kalmasını planlayıp, zamanı gelince anneme ilk sen söylerdin. Aşık olunandan sır saklamamayı Senden öğrendim. Evlada duyulan o derin aşkı ve bağı, benim canım babam, Senden öğrendim.

Dert ortağım, suç ortağım, kahramanım.

Bir var olmak, bir yok olmak…

Senden öğrendim.

****

26 Mart 2012 Pazartesi

TESPİT DÜKKANI 3-5-15

Anneme benziyorum. Her geçen gün hem de. Biraz tutabiliyorum kendimi, az biraz küstahça tepkilerimi ya vermiyor, ya da empatiyle hafifletiyorum. Değerini bilmiyor ama Can’a yarıyor tabi bu durum. Bir de yakın arkadaşlarıma. Ama o kadar aynı yaptığım bir şey var ki; Öksürme sesine verdiğim tepki.

Uzunca bir zamanı bronşitle geçiren bir çocuk olarak her öksürdüğüm de annem “aayyy” derdi. Bunu da o kadar içli dile getirirdi ki, onu üzmek istemediğim için en duyulmayacak yere gider orada gizli gizli öksürürdüm. Şimdi aynını ben Can’a yapıyorum. Annemin Can’ı cidden acırmış, şimdi daha iyi biliyorum.

****

İstanbul’da jeep kullanan kadın şoförlerin büyük çoğunluğu o aracı okula çocuk bırakma, kuaför şenlikleri ve alışverişe giderken kullanıyor. Onlar kullanıyor, ben kıllanıyorum. Kamyonet büyüklüğünde araçları park etmek o kadar kolay değil sanırım ki, alışveriş merkezi otoparklarında terör yaşanıyor.

****

Kadınlar kadınlara her zaman kötü davranır biliyorum. Bu da bir tek insanlar da vardır. Ama gerçekten kadın şoförler konusunda pek çok insan gibi dertliyim. Yol vermiyoruz bir kere. Hele yol vereceğimiz kadınsa asla şansı yok. Birden böyle tuvaaaletler içinde trafik canavarları oluyoruz. Bir de mıymırıklar var ki tatlarına doyum olmuyor. “Yavaş giderim ama sol şeridi kullanırım, kime ne? Kocam daha geçen üstüme yaptı bu şeridi.”

Bir de “kör noktama geldinizler” var. Benim başıma üç kez geldi. Birincisi bir iş arkadaşım otoparkta arabama geçirdi. Açıklaması şöyleydi; “kör noktama park etmişsin”. “Nassı yani?” demiştim, başka da bir söz çıkamadı ağzımdan.
İkinci vakam da, İstinye Migros otoparkında aracını çıkarırken kör noktasında olduğum için bana çarpan bayan. O kadar korktu ki, “önemli değil, minik bir kaza” diyerek ben onu sakinleştirmek zorunda kaldım.
Bir de aynı kampüste çalıştığım bir bayan yolda beni görmediğini iddia ederek arabama geçirmişti ki, uzun süre boyun ağrıları çekmiştim (Allah beterlerinden korusun).

Erkekler farklı mı? Değil. En sinyal kullanmayanlar, en gereksiz yere kendine güvenen onlar. Bir de mıyırtı araba kullanmak onlar arasında da moda oldu.

Tanıdığım iki mıyırtının (biri kadın biri erkek) repliklerini aktarıyorum (birebir-olay gerçek-isimler düzmece):
Ayşe: Ahmet, sen bu sağdaki aynayı kullanıyor musun? Ne işe yarıyo?
Ahmet: Sağ tarafta oturduğum zaman kendime bakıyorum.

13 Mart 2012 Salı

Pi sayısı tişörtü

Bu sabah çok erken kalktım, sevdiğin tatlıdan yaptım ... diye devam eder şarkı.
Ben erken kalkamadım. Sürünerek yataktan aşağı süzüldüm. Hastayım. Dökülüyorum. Yatağın başında iliştirilmiş bir post-it. Diyor ki; "anne eğer bir köşe yazısının çıktısını almazsan ceza ödevi alacağım". Bu bir tehdit mi, çaresizlik mi bilemedim.

Gözlerim henüz açık değilken mutfağa yöneldim, bir köşe yazısı buldum (kısa ve anlaşılır olması da kriterlerden), çıkışı aldım ve da dan.

Okula pi sayısı tişörtü gönderecektik.

Oğlum yaptın mı?
Tişört bulamadım anne.

Beyaz kısa kollu tişört bulunur. Pi sayısı şeklinde boyanır. Ütülenir. Ne garip bir sabahtı diye düşünülür ve işe yollanılır.
Duvara karşı konuşmak nedir öğrendim.

Keşke bir ağaç olsaydın, ya da balık ve hatta kedi. Ama duvar...

Yankı bile yapmıyorsun dağlar gibi. Bu yüzden kendi içimde yankıladım seni, belki sen de bir ses verirsin diye. Oysa, ben söyledim, ben dinledim, dinlemedin, söyledim, haykırdım, mırıldandım, mırıldandım, sustum. Duyduklarıma inandım. Tıpkı sen söyler gibi. Oysa sen değildin söyleyen. Dağ da değildi, taş da. Sadece yüreğimdi.

Önünde diz çöktüm, göz yaşı döktüm. Dertlerimi, tasalarımı anlasın duvar istedim. Ama sen duvardın, anlamazdın.

Çığlık attım göğe. Gök duydu, duvar duymadı. Vazgeçtim, geçtim, geçtim ve bi söz verdim...

5 Mart 2012 Pazartesi

Anne olmak - İnsan olmak

Anne olmanın en güç yanı;

Aklın başka yerdedir. Kötü bir gün geçirmişsindir. Ve gün bitmemiştir. Değil bir başkasına, kendine tahammül edemezsindir.

O anda aklından geçen tek ama tek şey yatağına kapanıp ağlamaktır. Ya da zil zurna sarhoş olmak. Ya da küfür etmek. Ya da boş boş duvara bakıp saatlerce oturmak.

Yapamazsın.

Ağlayamazsın, görmesin diye. Hıçkırıklarını tutarsın. Nemlenen gözlerini silersin. Artık büyüdüğü için yüzündeki en ufak bir değişikliği de anlar üstelik.

Yalnız kalmak istersin. Yapamazsın. Sorularıyla yanındadır. İlgi bekler. Ne ilgin tam olur, ne sorunu çözmek için harcadığın enerji. İki yerde de yarımsındır.

Küfelik olamazsın. Ya sana ihtiyaç duyarsa gecenin ilerleyen saatlerinde?

Küfür edemezsin, ettiğin laf lafı içine çeker çünkü.

Duvara bakamazsın. Sakin duvarın yoktur ki.

Anne olmanın en güzel yanı ise;

Her şeye rağmen sabah kalkıp hayatına kaldığı yerden devam edersin. Sırtındaki yük her geçen gün ağırlaşsa da, onu da taşımaya alışırsın.

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...