11 Eylül 2010 Cumartesi



Tamam itiraf ediyorum.
Bu şehre aşık oldum.
Akdeniz güzelliğinde, Avrupa düzeni.
Tekrar ziyaret etmek için harika bir sebep.

Yolculuk, sandalye kıvamındaki koltuklarla bir charter seferi ile başladı. Fazlaca söz etmeyeceğim, başka da ne diyim. Uçağımız 1970’lerden kalmaydı adeta. Ama dert etmedik. Toplantı için de olsa Barcelona Barcelona’dır.

Charter da hayalim aksine davuk ve beyaz sakallı beyaz keçi yoktu. Olsalardı önlerinde fotoğraf çektirecektim.

Uçağımızın havaalanına inmesi ve valizlerin Mısır’dan gelen Katalanlar arasından alınabilmesi oldukça fazla zaman aldı. Her zamanki kabusu gördüm; ya valizim çıkmaz ise.

Plandığımın aksine şehre inmek için vakit olmadığını gördük otele vardığımızda. Allah’tan hemen karşımızda bir alışveriş merkezi ve bir sürü restaurant vamış. Benim gibi yeme-içme konusunu sevdiğini anladığım bir ekiple gözlerle anlaştık ve toplantı öncesinde kalan 1.5 saatimizi bira ve patates kızartması ile geçirdik.

Bize verilen tişörtlerle kongre merkezinin yolunu tuttuğumuzda “business casual” denen şeyin sadece bizim tarafımızca doğru anlaşıldığını gördük. Diğer ülkelerin vatandaşları ağırlıklı olarak içlerine ya dantelli don ya da donsuz olarak giydikleri beyaz pantolon ve şort ve parmak arası terliklerle katılmışlardı. Biz gariban Türk hatunları da yürüyen merdivenlerde söz konusu arkadaşların sergiledikleri manzaraya bakmak suretiyle eğlendik.

Barbekü alanına vardığımızda ise bizi bir dizi sürpriz bekliyordu: aç ve susuz kalmak. Tabi bu bana hiç uymadı. Bir süre yemek kuyruklarına girip dışarı atıldıktan sonra kendimizi La rampa’da bulduk… Sonrası da çorap söküğü gibi geldi zaten.


Taksi şöförlerinin çoğu Pakistanlı. Ekvatorlu olan bile gördüm. Bizim “where are you from?” olarak yöneltilen tüm Türk işi sorularımıza en içten yanıt verenler onlardı. Türk merakı işte. Anlaşabilseydik “sizin işiniz de zor vallahi” derdik ama olmadı.

En turistik yerlerde bile İngilizce konuşamıyorlar. Hatta bu kadar İngilizce konuşamayan bir topluluğu ilk defa görüyorum. Barcelona’da hem Katalanca hem de İspanyolca konuşuluyor. Yani halk her ikisini de bilmek zorunda bir nevi. Bu durumda üçüncü dile gerek olmayabilir.

Garsonlar ya siyahi, Faslı ya da o taraflı. Kibar olduklarını hiç söyleyemeyeceğim. Hatta sipariş vermek ve beklemek biraz güç. Bizim garsonların kıvrak zekası da hiç yok, asla bir hesabı 3’e bölemiyorlar.

Deniz ürünleri hayatın rutininde. Her şeyde var. Ve genelde harikalar. Paella, sangrea, tapa, yaşam… Benim gibi iyi yemek yerken mutluluktan gözleri dolan insanlar için biçilmiş kaftan Barcelona. Biraz kilo aldıysak kime ne zararı var ki?

Barcelona’ya vardığınızın 2. saatinde OLA’nın sihirli söz olduğunu anlıyorsunuz. Sonrasında kıvransanız da OLA demeniz lazım.
İnsanlar fiziksel olarak bize benziyor. Çok sarışın yok, var olanlar da ya Rus ya Alman. Ama gece kulüplerindeki İspanyol dilberlerin güzelliğine ağzım açık kaldı. “Bunlar kadınsa biz neyiz?” dedim. Sonra barmenleri görünce “bunlar erkekse…” diyerek ekip arkadaşlarımızı süzdük göz ucuyla. Eminim onlar da ilk günden beri bizimle ilgili aynı şeyleri düşünüyorlardı.

Trafik de düzenli olmasına rağmen Akdeniz esintisi taşıyor. Kendimi “nasıl olsa dururlar” diye otobüsün altına attığımda (kırmızı ışıkta) aslında oranın bir Akdeniz kenti olduğunu unutmuşum. Arkamdan yola atlayan diğer arkadaşım ve asıl ben otobüsün altında kalmaktan son dakika kurtulurken, arkamızdan bakan diğer Türk çığlık atıyordu.
Bir diğer gezenti ekibi de fotoğraf çektirirken bir otobüse kurban gidiyormuş.

Şehir turundaki rehberimiz bizi arabalar konusunda uyarırken ve de trafik kazalarının üçte birinde yayaların pert olduğunu anlatırken verilmiş sadakalarımız olduğunu anladık.

Her memlekete bir Gaudi lazım. Uzun süredir bu kadar etkileyici binalar ve eserler görmemiştim. Hoş Barcelono’da binalar da, caddeler de inanılmaz bir düzende yapılmış. O görüntüye o kadar alışmışım ki Sabiha Gökçen’e inerken bu şehrin düzensizliği ve çarpıklığı çok rahatsızlık vericiydi.

Kendimi yine Can’a alışveriş yaparken buldum. Oyuncaklar, giysiler. Sevgili arkadaşımın tüm “Can artık büyüdü, bir beden büyük al” uyarılarına rağmen düdük gibi almasaydım en azından gelmesinden korktuğum kredi kartı ekstresiyle yüzleşmek daha kolay olacaktı. Bu arada Barcelona ucuz bir şehir değil, gitmek isteyenlere duyurulur. Bizim kaldığımız Diagonal dedikleri caddedeki alışveriş merkezinin en alt katında bir outlet olduğunu son gün ve son 15 dk’da öğrenmemiz pek iyi olmadı. Artık bir dahaki sefere ne diyim.

Son günümüzde ise yoğun toplantı trafiğinden kapanış toplantısına zor yetiştik. Bu sefer de yemek vardı ama tabaklar tükenmişti. Olsun. Harika bir flemenko gösterisi vardı salonda, dışarıda da güzel bir sohbet. Gerçi gecenin sonunda ekibimizin tüm erkekleri kendilerini Türk bayan meslektaşlarından kurtarıp alemlere akmışlardı ama artık taksiyle otelimizi süper rahat bulabiliyorduk…

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ölü Erkek Kuşlar...

Ölü erkek kuşlar.

İnci Aral’ın güzel eseri.

Bulunduğum ülkede, memleketimizden gelen tüm erkekleri ve/veya erkek kuşları ya da her ikisini de öldürmek isteyebilirdiniz. En azından birileri isteyebilir.

En fettan –fettan burada her türlü cinliğe aklı eren ve de güvenmeyen olarak kullanılmıştır- kadın bile bir noktada sevdiğinin masum olduğunu düşünebilir. Tüm yeminler billahlar, gözlerin o kadından başkasını görmemeler, sahip olunan mutlu aile, yabancılardan iğrenme hikayeleri.

Akıllıyım. Olasılıkları sevmesem de düşünürüm. Sadakat söylencelerinin de boş kelimeler topluluğu olduğunu bir süreden beri yaşayarak anlamakla beraber, yine de kalbimin ve aklımın bir köşesi inanmak istemez. İstemedi, istemiyor, istemeyecek.

Erkek denen varlığın yoldan sapmasına her zaman ramakların kaldığını bir kez daha gördüm. Ve de görmeye devam edeceğim korkarım.

Güzel bir ülkede, muhteşem bir şehirdeyim. İnsanın baştan çıkmaması –baştan çıkma içinin neşeyle olması, gezme, yeme-içme ve de alışveriş yapma anlamında söylenmiştir- imkansız. Ama yaptığım tespitler şunu gösteriyor ki bir erkeğin baştan çıkması için evinden 100 km uzakta olması yeterli. Bunu ben değil, bizzat baştan çıkan ve de bunu açık yüreklilikle itiraf eden erkeklerden biri söyledi.

Şunu sordum; peki evine döndüğünde ne hissediyorsun? Yani bir utanma, kendini suçlu hissetme, ya da başka bir şey?
Yanıt şuydu: İlk sefer kötü hissettim, sonra alıştım.
Soru: Peki eşin aynını yapsa?
Yanıt: Ya yaaniii bilemiyorum. Yapmaz ama…

"Evet aynını eşin de evin de senin için düşünüyor" dedim içimden. "Herkeşşş yapar, benimki yapmaz".

Tahminen 300 kadın şu anda evde oturmuş boynuzlarını cilalarken kendilerine alınan parfümleri de boynuzlarına sıkıyorlar diye tahmin ediyorum.

Ve diliyorum ki, kimsenin ölmesini istemem. Ne erkeklerin, ne kuşların. Ama ikisinin kombinasyonunun da ciddi telefler umut ediyorum…

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...