27 Aralık 2011 Salı

Gülümşen Gülşen

Yılın son günlerinde pek değerli zamanımı bakıcı hikâyeleriyle geçirmek istemiyordum ama el mahkum.

Maya’dan sonra hayatımız alt üst oldu. Yalan değil ona da kızardım bazen ama gözüm arkada kalmadan kapatıyordum kapıyı. Ondan sonra pis Gonca, kötü kalpli Duygu derken Gülşen ile tanıştık. En büyük kabahati Türkçe problemiydi. Ama güler yüzüne tav olduk. Ne olacak en kısa sürede çözer dedik ama kendisinin öğrenme özürlü olduğunu bilemedik.

Gülşen’in kendine has bir dili var. Genelde “dırdırıptı” ile biten cümleler kuruyor. “Yaptırıptı, ettiripti, dipdiripti”… Bir de “-meli, -malı” cümleleri var ki beni benden alan ki genelde soru soracağı zaman kullanıyor.
“Abla, yemeğe yağ salmalı?”. Bu “yağ salmak”, koymak anlamında, yani yemeğe yağ koyayım mı demek istiyor. “Yemek hazırlamalı?”, “servise bakmalı?”, “bunu ne yapmalı?” (minareden atmalı?-bunu ben salladım). He bir de araba kullanırken gözlerimin belermesine neden olan “bu merdivenden düşmeliii?” sorusu vardır ki, “düş Allah’ın cezası” ile yanıtlanmak istemiştir.

Geldiği günden beri doğru kelime, yüklem, zarf, bağlaç minik minik anlatıyorum. Ama kendisi hiç anlamamalı…

Kendimi geçtim, Can ile ciddi savaş halindeler. Çocuk anlamıyor, ya da daha çok o çocuğun dediklerini anlamıyor. Mesela şemsiyenin ne olduğunu kendisine telefonda anlatmak zorunda kaldım: yağmurda ıslanmamak için kullanılır, renklidir, açılır (bir noktada açılmaması lazımdır-hay Allah yine muzipliğim üstümde).

En sonunda nispeten ilgisini çekebilecek kitaplar edinmeye başladım. Önce ne yediğimiz anlaşılsın diye yemek kitapları, sonra okuduğunu anlayıp uygulayamıyor ve de pek de meraklı diye aşk meşk kitapları. En son “iki cami arasında aşk”ı okudu. “Gel konuşalım” dedim, ne anladığını anlamak için. Yorumu şu oldu: Hiç o kadar yaşlı adama varmalı?

En azından yaşlı adam Mimar Sinan’ın birine abayı yaktığını anlamış olduğu için tatlı bir iyimserlikle gülümsedim: aşkın yaşı yoktur Gülşen…
Fark ettim ki, son zamanlarda karamsarlıktan ölmüşüm. Haksız da değilmişim ama kendimden de uzaklaşmışım. Kendim, yani komik olan ben...

Hiç mi güzel şey olmuyor? Oluyor.

* Hafta sonu harika bir partideydim, çok güldüm, çok eğlendim.

* Her tarafın süslenmiş ağaçlarla dolup taşmasına bayılıyorum mesela. Ve yüreğime sanki yeni yılın ilk günü her şey değişecekmiş iyi niyet kuşlarıyla kelebekleri konmaya başladı.

* Can'la birbirimizi daha iyi anlamaya başladık sanırım. Düet yapıyoruz, benim çalması için ona önerdiğim şarkıları o da beğenmeye başladı. Hatta hemen birlikte sözlerine notalarına bakıyoruz. Müzikte ortak nokta iyi geldi.

* Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım eskisi kadar olmasa da yine hayatımda.

Daha ne olsun. Bir de biletime bir ikramiye çıkarsa değmeyin keyfime:-)

25 Aralık 2011 Pazar

İlk üniversitede öğrendim, kulak arkası yapmışım. Sonra ilk patronumdan duydum. Biz 20’li yaşların verdiği heyecanla “müşteri öyle dedi, böyle dedi” diye hayıflanırken bize söylenen şuydu:” 3 tip ilgi vardır, en kötüsü ‘nötr’ olandır. Yani negatifi bile tercih edecek duruma gelirsiniz”.

Nötr… Yani “yokmuş” gibi davranmak…

Zamanla gerçekten anladım ki, en kötüsü bu. Birilerinin sana “var olmadığını” hissettirmesi. Yok olmadan yokmuşsun gibi davranılmak. Adamı deli eder. Her kim yaparsa yapsın, nerede olursa olsun… Patronun yapar, her gün omuzların düşük gidersin işe. Aile bireylerinden biriyse evine dönmek istemezsin.

Ama bazıları vardır ki, onlar yaptığında ölürsün…

15 Aralık 2011 Perşembe


Yine annemin elini tutsam. Bir elimde kafam kadar simit, minik ısırıklar alsam, hemen doysam.
Boyama kitabım saçma sapan çizgilerle dolu olsa. Hemen bitirip bir yenisini almayı hayal etsem.

Annemin öğrencileri bana yalakalık yapmak için resimlerimi çok beğense, ödevlerini önce bana gösterseler. Anlamasam ama onlara gülsem.

Bu fotoğraftaki gibi gülsem. Kedileri yine sevsem, köpekleri de, beyaz ayakkabılarımı da, bahçıvanımı, beyaz kurdelelerimi. Yine herkesi sevsem. Hep gülsem, hiç ağlamasam.

13 Aralık 2011 Salı

TESPİT TÜKKANI 2

Doktor / hastane koridorları giderek endişe vermeye başladı. Eskiden de sevmezdim tam bu sektörün ortasında olduğumda da sevmiyorum. Yani benim başıma geldiğinde sevmiyorum sanırım, diğer herkes gibi. Ama bundan yıllar önce cevval bir şekilde her türlü check-up, teşhis, tedavide tek başıma gayet rahat takılabiliyordum.
O bekleyişte asabiyim, sabırsızım, meraklıyım üstelik. Yanımda biri olsun istiyorum, annem mesela (yok annem olmaz kendisi dünyanın en panik insanıdır) ne biliyim biri işte, “korkma kızçe, geçecek” desin.
Doktoruma “sizi sevmiyorum” dedim, insan olarak değil elbet, rollerimiz gereği. “Senin kadar açık sözlü olmasalar da aslında hiçbir hastam beni pek sevmiyor, baksana sen son kontrole 13 ay önce gelmişsin, senin gibi pek çoğu var”. “Eyvallah” dedim kendisine, sırıtmaya çalışarak “laf böyle sokulur” işte. Tam o sırada Anadolu Yakasına adım attığımı duyan TED kardeşleri Hale, Jale ve tüm mahalle kapıdaymış. “Seni almaya geldik” diyordu mesaj. “Biriniz gelip elimi tutsun” yazdım. “Gevezelik etme de çabuk çık, park yeri bulamadık” cevabı geldi. Sonra ne yalnızlık kaldı, ne telaş. Her kontrolün sonu böyle olacaksa doktorumu bile sevebilirim.

Ergen halleri: Elinden telefon düşmeyen ergenler gibiyim. Beklediğim bir şey de yok aslında, yani nasıl olsa. Belki o hayal kırıklığını sevmeye başladım. Zamanında “addicted” diye bir parfüm kullanmıştım, çok severdim, sonra “addicted” şarkısı yazları doldurdu. Geçen gün parfümlere bakarken nostalji yapayım dedim. Bir fıs, sonra bir fıs daha. Görevli “o parfümün adı addicted to life” dedi. Çok da beğenmiştim. Ama “life” mı? “Pöh!” diyerek hemen uzaklaştım. Ergenim ya, mutlu olmamam lazım.

“Beni rahat bırak, üstüme gelme”: Bunlar da Can’ın ilk ergen cümleleri. Hoş benzer cümleleri ergen olmayanlardan da sıkça duyuyoruz ama kendi çocuğundan duymak biraz daha ürkütücü. “Nasıl yani dedim, ne demek istiyorsun? “Üstüme gelme işte anne” dedi. Bir anne olarak bana söyleneni yaptım ve ekledim “bari lütfen deseydin”.

10 Aralık 2011 Cumartesi

TESPİT TÜKKANI 1

Tamam tek kanallı dünyanın çocukları olarak şimdikilere göre biraz zavallıydık ama aynı nesil tek bir tarihi paylaşıyor. Hepimiz Heidi ve Peter’i, Alp’leri, Antony’i, Voltran’ı, He-Man’i ve daha nice şeyi paylaşabiliyoruz. Bir araya gelince Mana Mana ile coşabiliyor, “arada kaldım” şarkısını bilen var mı diye sorulduğunda “şu dağlardan döne döne bir kız gelir” diyebiliyoruz. Daha dün bütün bir öğleden sonra Muppet Show şarkıları dinlendi ofiste. Bir arkadaşımız küçükken rol modelinin Ms. Piggy olduğunu bile itiraf etti. Ben en çok hiç birşeyi beğenmeyen amcaları seviyordum. Sanırım biraz da onlara benzedim.
Neyse, ey, şimdinin şanslı bebeleri, büyüdüğünüzde siz hangi diziden söz edecek, hangi psp oyununu anacaksınız beraber?

Facebook eski dostları bulmanın ötesine geçti. Bulan buldu zaten, şimdi de inanılmaz bir röntcülük durumu yaşanıyor. Yani ben kendimi öyle hissediyorum. Başkalarının fotoğraf albümlerine kendi fotoğraflarıma bakar gibi bakıyorum. Bir de yakın arkadaşlarının statüslerini, fotoğraflarını beğenme durumu var ki, kendini bayağı zorunlu hissediyorsun. “Bu gün ne renk don giydin” ya da “haydi kızlar, şimdi profilimize bir kalp yapalım, salak erkekler meraklansın, noluyoo desinler”, şeklindeki kitlesel işler ise beni benden alıyor. Sanırım artık pek sıkılıyorum.

Genelde kadınlar bir değişim arifesindeyken önce saçlarıyla oynamaya başlarlar. Tehlikeli bir durumdur yani. Değişim saçların dönüşümüyle başlar. Yolun yarısını geçmiş bir oğlan çocuğu olarak bu davranışı hiç anlamadım. Daha güzel olmak mıdır hedef, o saçla yaşadıklarının mazide kalması mıdır? Kendisini makyajla görmeye hiç alışkın olmayan bir arkadaşımız değişim arifesinde çılgınca makyaj yapmaya başladı. Çok da güzel oldu. Ama alışmadık don malum yerde durmaz hesabı daha üçüncü günde makyaj çantasını evde unuttu. Yanımda ruj olup olmadığını sordu, kendisine çantamdaki usb’leri gösterdim (tam 3 tane). Sanki şirketin IT departmanıyım. Ya benim de böyle bir dönüşüme ihtiyacım var, ya da durmak yok yazmaya devam.

9 Aralık 2011 Cuma

THE ILLUSION


Biz küçükken Mandrake ve Sermet Erkin vardı. Ben şahsen Sermet Erkin’i daha yakışıklı bulurdum ama eşi ve kendisi bir o kadar da donuktular, dolayısıyla kendilerinden biraz çekinirdim beyaz camın arkasında da olsalar. Ama ne biliyim, güzel giyiniyorlardı falan, anlamadığım bir sürü şey yapıyorlardı; “Vay o tavşan nerden çıktı?, güvercin uçuverdi, mendilden çiçek yaptı, nasıl oldu?”.

Yıllar sonra Sermet Erkin’le “Magic” adlı bir yazılımın tanıtım toplantısında çalıştık. Tiz sesiyle hint ipeği istemişti bizden. Bulmak bayağı zor olmuştu, ama beğenmemişti getirdiğimiz kumaşı. Biz Sermet Erkin istedi diye Nişantaş’tan en baba parçalardan birini almışız, kıvrılmaz etmez. Sonradan anladık ki sıradan tül gibi bir şey istiyormuş, boşuna ilk kumaşa verdiğimiz paraya yanmıştık. İşin daha da keyifsiz olan kısmı aradan onca yıl geçmesine rağmen yeni tek bir numara yoktu. Güvercin, tavşan, çiçek…

Can da geçen sene yetenek yarışmasında Aref’i izlediğinden beri illüzyona ilgi duymaya başladı. Gerçi daha önce tavşan-güvercin ve çiçek üçlemesini de bilmiyordu ki etkilensin.

Spencer İllüzyon Şov’un geleceğini öğrendiğimde hemen iki bilet edindim. Hoş, internetten baktığımda ucuz Amerikan gösterisi tadındaydı ama Can yeterince heveslenmişti, keyfini kaçırmak istemedim. Haksız da değilmişim.

Bu akşam bazen başımda dolaştırdığım yağmur bulutları sayesinde salonun en tontiş ve geveze iki ablası yanımıza oturdu. Hatta en yanımdaki o ka tontişti ki benim koltuğumun bir kısmını da kendisine verdik. Üstelik parfümü tam 12 yıldır duyduğumda midemi bulandıran ve kusma isteği uyandıran o korkunç şeydi. Bu iki nedenden ötürü, ben de Can’ın koltuğunun yarısını kullanmaya başladım.

Mr. Spencer ve karısı gayet kot pantolonlu insanlar. Hatta eşi arada eşofman giyiyor. Neden? Kadın minicik yerlere girip kocasının onu kesmesini bekliyor, gece elbisesiyle bunları yapmasına imkan yok. Bayağı ev halinde takılıyorlar.

Şov, yeteri kadar sıkıcıydı. Hatta şov bile denemez. Gözlerimin kapandığı anlar oldu. Bir daha da olsa gitmem, o kadar yani.

Ama bana pes dedirten, gereksiz bir şekilde verilen 15 dk’lık mola sırasında sigara içmeye dışarı çıktığımda ortamdaki her kadının istisnasız programın kötülüğünden değil, Bayan Spencer’ın paçozluğundan söz etmesiydi. Kelimesi kelimesine yorumlar: “İnsan utanır böyle sahneye çıkmaya!” “Ay inanamadım yane, eşofman mıydı ayağındaki?” , “Kızım 1980’lerden kalmış bu kadın, o saç ne öyle?”. Yurdumun eğitimli kadınları Bay Spencer’ın korkunç saçlarına laf etmek dahil kendisine ve şovuna toz kondurmadan, sahnenin çilekeşi tek kişiyi kendilerine kuma bellemişler (Bay Spencer’ın korkunç saçları ve şekli zaten yukarıda görülüyor).

Şovun geri kalanı molada konuşulanları düşünmek, arkamdaki toramanların haşırdayarak yedikleri mısırların sesini dinlemek, esnemek, evde olmayı özlemekle geçti. Bir de sonrasında imza ve fotoğraf kuyruğuna girmekle. Allahtan onun için para almadılar.

Arabaya binerken Can kocaman bir öpücükle teşekkür etti. Kendi deyimiyle “Amerikalı bir ünlüyle tanışmasını sağladığım için çok mutluymuş”. Dışım “ben de çok mutluyum” dedi, içim “evime gittiğim için”…

8 Aralık 2011 Perşembe

DANIŞMANLIK...

Hayatla ilgili hedeflerim konusunda baltayı taşa saplamış durumundayım o belli de, en azından yeni kariyer hedefimi belirledim: danışmanlık.

Şimdi bir kere “danışman” olarak kuruluşların barındırdığı kişiler genelde ağzı bol laf yapan, bence sıkça sallayan, salladıkları ters tepince de herhangi bir yasal ya da maddi yaptırım almayan rahat insanlardır istisnalara sözüm yok).

Zamanında “değişim yönetimi” danışmanlığı veriyoruz diye şirketin yıllık karını kaptırdığımız ağabeyler, süslü püslü planlarla on şirketin yapısını değiştirmiş, bir sene sonra geldiklerinde ve söyledikleri hiç bir şeyin gerçek hayatla ilgili olmadığını gördüklerinde de “aaa olmadı mı? e biz o zaman yanlış yaptık” diyerek yol masraflarını da alarak gülerek uzaklaşmışlardı. Uçakta “nasıl kandırdık enayileri” demiş bile olabilirler. Kimse kendilerine “kardeşim sen böyle önerdin, bizi de ikna ettin, neden çalışmadı bu sistem” diye sormadı.

Bir de bu arkadaşların kurum içi versiyonları vardır ki, çalışkanları genelde zamanlarını başkalarının hayatlarını nasıl zindan ederim projeleriyle geçiştirip, kendilerine danışmaya gittiğinde de torun-torbalarının fotoğraflarını gösterirler.
Bu şahıslar genelde bir proje için sisteme dahil olup sonrasında da unutulmuşlardır.

O kadar eskidirler ki o şirkette, bunlar varken gelip şirketi üstüne kurmuşlar hissine kapılırsın. Belirli bi aşamadan sonra da yaşlarına hürmetten kimse hadi git diyemez. İşin ilginci kimse tam olarak ne yaptıklarını ya da kendilerine hangi konuda danışılacağını da bilmez. Performans hedefleri yoktur, yıllık planları yoktur, KPI’ları hiç yoktur.

Bu rahat kişiliklerle bolca rastlaştık iş hayatım boyunca. Ama son bir yıldır en "evlere şenliklisi"ni tanıdım.

Bu ağabeyimiz de yukarıdaki tüm özellikleri taşıyor. Neden orada kimse bilmiyor. Ama kendisinin bildiğine eminim. Haftanın üç günü sanki yönetim kurulu toplantısından çıkmış gibi aceleci adımlarla öğlene doğru geliyor. İlk işi bilgisayarını açmak, sonra oraya buraya kâh komik, kâh düşündürücü mailler atmak. Kendisi aynı zamanda Nişantaşı’nın üçte birine sahip olduğu için kiracılarla konuşuyor, evle ilgili bir takım sorunları çözüyor, kısaca takılıyor. Kahveye gidecektim, yolum buraya düştü gibi bir hali var.

Bir özelliği daha var Danışmanımızın; çılgınca çıkış almak. Ekstreler, mailler, üzerinde tek kelime de yazsa tüm dokümanlar. Eminim sahip olduğu dairelerden birini sırf aldığı çıkışları saklamak için kullanıyordur. Aldığı çıkışların bir kısmını da yazıcı da unuttuğu için göz misafiri olduğumuz kredi kartı borçlarını şaşkınlıkla izliyoruz. Çünkü ödenmesi gereken tutar bölümünde genel 7 TL felan yazıyor (sırf tansiyonu çıksın diye kendi kredi kartı ekstremi unutucam yazıcıda bir ara).

Her şeyin çıkışını aldığı için departmanda da haklı bir üne de kavuştu. Geçen gün printer’da “body paint” diye yaklaşık 50 sayfalık bir sunum bulduk. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü çıplak ve güzel hatunun çeşitli bölgelerine yapılmış bir sürü boyama…

Sanırım sanatsal yönü ağır basan bu çalışmaya hiç birimiz hak ettiği değeri veremedik. Hele ben kadın cinsel organı civarına yapılan esere çok güldüğüm için lanetlenmiş bile olabilirim.

Ama asıl konu printer’da sahipsiz duran bu çıkışların kime ait olabileceği konusunda hem fikir olmamamızdı. Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın durumu.

Bu çılgın sanatsal pornografiden tam bir hafta sonra çayın faydaları konusundaki bilimsel çalışma da printerdaki haklı yerini almıştı. Ve en gencimiz dayanamadan çıkışları danışmanımızın eline tutuşturdu, “sanırım sizin”.

Dolayısıyla bir dünya para kazanıp tüm günü bu kadar “yoğun” geçirmek hiç fena olmazdı diye düşünüyorum.

7 Aralık 2011 Çarşamba

KANIT...


Yaşam kendini kanıtlamakla geçer… 
Bazıları şanslıdır onların fazla kanıta ihtiyacı yoktur. Çuvalladıklarında hep birileri yanlarındadır. Çocuğunu beslemeyenlere süt anneler, evini temizlemeyenlere hizmetliler. Zaten yurt dışında eğitim almışlardır ve doğuştan babalarının şirketinde “başarılı” üst düzey yöneticilerdir. Ama sen besin halkasının son zincirinde olmasan da, yine de kendini kanıtlamaya ömrünü verirsin.

Senden büyük kardeşler vardır. Onlardan gibi başarılı olduğunu ve/veya olabileceğini kanıtlarsın.

Sınıfta çalışkanlığını, dans yeteneğini, sporda azmini, arkadaşların arasında güvenirliğini…

Üniversite sınavında zekanı ve şansını.

Her yeni işte akıllı ve iyi bir çalışan olduğunu. Üstelik o işlerin her aşamasında projelerinin iyi yürüdüğünü…

Sevdanı kanıtlamak zorundasındır aynı zamanda.

Sonra, iyi bir evlat olduğunu.

İyi bir gelin/damat adayı olduğunu.

Ve ömrünün sonuna dek iyi bir anne olduğunu kanıtlamaya çalışırsın.

Her “challenge” ömründen alır zamanı. Hiçbir zaman tamam, bitti denmez, hep ne kadar iyi olduğunu anlatmak zorundasındır ama yine de bu anlatıma alışmışsındır.

Ve bir gün gelir, “kim” ve “ne” olmadığını kanıtlamaya çalışırsın, yapamazsın, ki en acısı da budur. 



HAYAL OYUNU

Ellerindi ellerimden tutan

Ellerimdi ellerinden tutan...

Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi

Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin

Kim bilir kaç martılar halinde


Bir masada karşı karşıya

Seyrederken dudaklarını senin

Dile gelmiş ilk Türkçeydik

Henüz başlamış kül rengi bahar

Ne savaş, ne barıştık biz...


Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar

Manolyaya gece konmuş kumrular

Can Yücel

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dışarıda feci bir fırtına var. Evdeysem ve tüm sevdiklerim de emin yerdeyseler severim bile bu sesi. Yaprakların hışırdamasını, pencereler kapalıyken bile perdelerin hafiften oynamasını. Oysa, mesela Can dışarıdaysa feci tedirgin olurum. Çatıların altında durma, servisi şurada bekle, eve geldiğinde ara…

Aslında dışarıdaki sesler bana yaşamın ilginçliğini hatırlatırken, bir günde tek solukta okuduğum Ayşe Kulin romanını da anımsatmıştı. Bilgisayarın başına otururken de, onunla ilgili bir yazı hedefliyordum. Heyhat yine korkularım galip çıktı.

Ayşe Kulin’in yaşamını okuduğum andan beri –ki zaten kendisine hayrandım- ona karşı derin bir sevgi de beslemeye başladım. Tüm kişisel özellikleri ve yaşama karşı duruşu ona saygımı biraz daha artırdı. Tabi bunlar sayesinde her geçen gün onun romanlarında nasıl kaybolup gittiğimi düşünmeye başladım. 400 küsur sayfalık bir kitabı bir günde okuruna bitirtebilmek her yazara nasip olmaz. İşin ilginci eserleri beni o kadar içine alıyor ki, birkaç gün etkisinden sıyrılamıyorum. Elif Şafak’ın kitaplarında da aynı şey oluyor mesela. Birkaç gün ben de o kitapların sayfalarında kendimi karakterleri bizzat izlerken buluyorum. Sanki İskender’deki Pembe sağına baksa beni görecek ve ona koş diyeceğim, ya da İlhami’nin odasında kendisine “yapma koçum” tarzında bir nutuk atacağım.

Kitap bittiğinde ise hep aynı panik: daha iyi bir şeyler okumam lazım, yoksa peşimi bırakmayacaklar. İyi yazar olmanın pek çok kuralı vardır. Ama sanırım kurgunun harikalığı, karakterleri ete kemiğe büründürmek, kullandıkları parfümün kokusunu okura hissettirmek… Zor iş. Ve daha da önemlisi o güzel Türkçeyi bu kadar iyi kullanabilmek. Sıkmadan, yormadan, her kelimesinden keyif aldırarak…

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...