27 Aralık 2011 Salı

Gülümşen Gülşen

Yılın son günlerinde pek değerli zamanımı bakıcı hikâyeleriyle geçirmek istemiyordum ama el mahkum.

Maya’dan sonra hayatımız alt üst oldu. Yalan değil ona da kızardım bazen ama gözüm arkada kalmadan kapatıyordum kapıyı. Ondan sonra pis Gonca, kötü kalpli Duygu derken Gülşen ile tanıştık. En büyük kabahati Türkçe problemiydi. Ama güler yüzüne tav olduk. Ne olacak en kısa sürede çözer dedik ama kendisinin öğrenme özürlü olduğunu bilemedik.

Gülşen’in kendine has bir dili var. Genelde “dırdırıptı” ile biten cümleler kuruyor. “Yaptırıptı, ettiripti, dipdiripti”… Bir de “-meli, -malı” cümleleri var ki beni benden alan ki genelde soru soracağı zaman kullanıyor.
“Abla, yemeğe yağ salmalı?”. Bu “yağ salmak”, koymak anlamında, yani yemeğe yağ koyayım mı demek istiyor. “Yemek hazırlamalı?”, “servise bakmalı?”, “bunu ne yapmalı?” (minareden atmalı?-bunu ben salladım). He bir de araba kullanırken gözlerimin belermesine neden olan “bu merdivenden düşmeliii?” sorusu vardır ki, “düş Allah’ın cezası” ile yanıtlanmak istemiştir.

Geldiği günden beri doğru kelime, yüklem, zarf, bağlaç minik minik anlatıyorum. Ama kendisi hiç anlamamalı…

Kendimi geçtim, Can ile ciddi savaş halindeler. Çocuk anlamıyor, ya da daha çok o çocuğun dediklerini anlamıyor. Mesela şemsiyenin ne olduğunu kendisine telefonda anlatmak zorunda kaldım: yağmurda ıslanmamak için kullanılır, renklidir, açılır (bir noktada açılmaması lazımdır-hay Allah yine muzipliğim üstümde).

En sonunda nispeten ilgisini çekebilecek kitaplar edinmeye başladım. Önce ne yediğimiz anlaşılsın diye yemek kitapları, sonra okuduğunu anlayıp uygulayamıyor ve de pek de meraklı diye aşk meşk kitapları. En son “iki cami arasında aşk”ı okudu. “Gel konuşalım” dedim, ne anladığını anlamak için. Yorumu şu oldu: Hiç o kadar yaşlı adama varmalı?

En azından yaşlı adam Mimar Sinan’ın birine abayı yaktığını anlamış olduğu için tatlı bir iyimserlikle gülümsedim: aşkın yaşı yoktur Gülşen…
Fark ettim ki, son zamanlarda karamsarlıktan ölmüşüm. Haksız da değilmişim ama kendimden de uzaklaşmışım. Kendim, yani komik olan ben...

Hiç mi güzel şey olmuyor? Oluyor.

* Hafta sonu harika bir partideydim, çok güldüm, çok eğlendim.

* Her tarafın süslenmiş ağaçlarla dolup taşmasına bayılıyorum mesela. Ve yüreğime sanki yeni yılın ilk günü her şey değişecekmiş iyi niyet kuşlarıyla kelebekleri konmaya başladı.

* Can'la birbirimizi daha iyi anlamaya başladık sanırım. Düet yapıyoruz, benim çalması için ona önerdiğim şarkıları o da beğenmeye başladı. Hatta hemen birlikte sözlerine notalarına bakıyoruz. Müzikte ortak nokta iyi geldi.

* Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım eskisi kadar olmasa da yine hayatımda.

Daha ne olsun. Bir de biletime bir ikramiye çıkarsa değmeyin keyfime:-)

25 Aralık 2011 Pazar

İlk üniversitede öğrendim, kulak arkası yapmışım. Sonra ilk patronumdan duydum. Biz 20’li yaşların verdiği heyecanla “müşteri öyle dedi, böyle dedi” diye hayıflanırken bize söylenen şuydu:” 3 tip ilgi vardır, en kötüsü ‘nötr’ olandır. Yani negatifi bile tercih edecek duruma gelirsiniz”.

Nötr… Yani “yokmuş” gibi davranmak…

Zamanla gerçekten anladım ki, en kötüsü bu. Birilerinin sana “var olmadığını” hissettirmesi. Yok olmadan yokmuşsun gibi davranılmak. Adamı deli eder. Her kim yaparsa yapsın, nerede olursa olsun… Patronun yapar, her gün omuzların düşük gidersin işe. Aile bireylerinden biriyse evine dönmek istemezsin.

Ama bazıları vardır ki, onlar yaptığında ölürsün…

15 Aralık 2011 Perşembe


Yine annemin elini tutsam. Bir elimde kafam kadar simit, minik ısırıklar alsam, hemen doysam.
Boyama kitabım saçma sapan çizgilerle dolu olsa. Hemen bitirip bir yenisini almayı hayal etsem.

Annemin öğrencileri bana yalakalık yapmak için resimlerimi çok beğense, ödevlerini önce bana gösterseler. Anlamasam ama onlara gülsem.

Bu fotoğraftaki gibi gülsem. Kedileri yine sevsem, köpekleri de, beyaz ayakkabılarımı da, bahçıvanımı, beyaz kurdelelerimi. Yine herkesi sevsem. Hep gülsem, hiç ağlamasam.

13 Aralık 2011 Salı

TESPİT TÜKKANI 2

Doktor / hastane koridorları giderek endişe vermeye başladı. Eskiden de sevmezdim tam bu sektörün ortasında olduğumda da sevmiyorum. Yani benim başıma geldiğinde sevmiyorum sanırım, diğer herkes gibi. Ama bundan yıllar önce cevval bir şekilde her türlü check-up, teşhis, tedavide tek başıma gayet rahat takılabiliyordum.
O bekleyişte asabiyim, sabırsızım, meraklıyım üstelik. Yanımda biri olsun istiyorum, annem mesela (yok annem olmaz kendisi dünyanın en panik insanıdır) ne biliyim biri işte, “korkma kızçe, geçecek” desin.
Doktoruma “sizi sevmiyorum” dedim, insan olarak değil elbet, rollerimiz gereği. “Senin kadar açık sözlü olmasalar da aslında hiçbir hastam beni pek sevmiyor, baksana sen son kontrole 13 ay önce gelmişsin, senin gibi pek çoğu var”. “Eyvallah” dedim kendisine, sırıtmaya çalışarak “laf böyle sokulur” işte. Tam o sırada Anadolu Yakasına adım attığımı duyan TED kardeşleri Hale, Jale ve tüm mahalle kapıdaymış. “Seni almaya geldik” diyordu mesaj. “Biriniz gelip elimi tutsun” yazdım. “Gevezelik etme de çabuk çık, park yeri bulamadık” cevabı geldi. Sonra ne yalnızlık kaldı, ne telaş. Her kontrolün sonu böyle olacaksa doktorumu bile sevebilirim.

Ergen halleri: Elinden telefon düşmeyen ergenler gibiyim. Beklediğim bir şey de yok aslında, yani nasıl olsa. Belki o hayal kırıklığını sevmeye başladım. Zamanında “addicted” diye bir parfüm kullanmıştım, çok severdim, sonra “addicted” şarkısı yazları doldurdu. Geçen gün parfümlere bakarken nostalji yapayım dedim. Bir fıs, sonra bir fıs daha. Görevli “o parfümün adı addicted to life” dedi. Çok da beğenmiştim. Ama “life” mı? “Pöh!” diyerek hemen uzaklaştım. Ergenim ya, mutlu olmamam lazım.

“Beni rahat bırak, üstüme gelme”: Bunlar da Can’ın ilk ergen cümleleri. Hoş benzer cümleleri ergen olmayanlardan da sıkça duyuyoruz ama kendi çocuğundan duymak biraz daha ürkütücü. “Nasıl yani dedim, ne demek istiyorsun? “Üstüme gelme işte anne” dedi. Bir anne olarak bana söyleneni yaptım ve ekledim “bari lütfen deseydin”.

10 Aralık 2011 Cumartesi

TESPİT TÜKKANI 1

Tamam tek kanallı dünyanın çocukları olarak şimdikilere göre biraz zavallıydık ama aynı nesil tek bir tarihi paylaşıyor. Hepimiz Heidi ve Peter’i, Alp’leri, Antony’i, Voltran’ı, He-Man’i ve daha nice şeyi paylaşabiliyoruz. Bir araya gelince Mana Mana ile coşabiliyor, “arada kaldım” şarkısını bilen var mı diye sorulduğunda “şu dağlardan döne döne bir kız gelir” diyebiliyoruz. Daha dün bütün bir öğleden sonra Muppet Show şarkıları dinlendi ofiste. Bir arkadaşımız küçükken rol modelinin Ms. Piggy olduğunu bile itiraf etti. Ben en çok hiç birşeyi beğenmeyen amcaları seviyordum. Sanırım biraz da onlara benzedim.
Neyse, ey, şimdinin şanslı bebeleri, büyüdüğünüzde siz hangi diziden söz edecek, hangi psp oyununu anacaksınız beraber?

Facebook eski dostları bulmanın ötesine geçti. Bulan buldu zaten, şimdi de inanılmaz bir röntcülük durumu yaşanıyor. Yani ben kendimi öyle hissediyorum. Başkalarının fotoğraf albümlerine kendi fotoğraflarıma bakar gibi bakıyorum. Bir de yakın arkadaşlarının statüslerini, fotoğraflarını beğenme durumu var ki, kendini bayağı zorunlu hissediyorsun. “Bu gün ne renk don giydin” ya da “haydi kızlar, şimdi profilimize bir kalp yapalım, salak erkekler meraklansın, noluyoo desinler”, şeklindeki kitlesel işler ise beni benden alıyor. Sanırım artık pek sıkılıyorum.

Genelde kadınlar bir değişim arifesindeyken önce saçlarıyla oynamaya başlarlar. Tehlikeli bir durumdur yani. Değişim saçların dönüşümüyle başlar. Yolun yarısını geçmiş bir oğlan çocuğu olarak bu davranışı hiç anlamadım. Daha güzel olmak mıdır hedef, o saçla yaşadıklarının mazide kalması mıdır? Kendisini makyajla görmeye hiç alışkın olmayan bir arkadaşımız değişim arifesinde çılgınca makyaj yapmaya başladı. Çok da güzel oldu. Ama alışmadık don malum yerde durmaz hesabı daha üçüncü günde makyaj çantasını evde unuttu. Yanımda ruj olup olmadığını sordu, kendisine çantamdaki usb’leri gösterdim (tam 3 tane). Sanki şirketin IT departmanıyım. Ya benim de böyle bir dönüşüme ihtiyacım var, ya da durmak yok yazmaya devam.

9 Aralık 2011 Cuma

THE ILLUSION


Biz küçükken Mandrake ve Sermet Erkin vardı. Ben şahsen Sermet Erkin’i daha yakışıklı bulurdum ama eşi ve kendisi bir o kadar da donuktular, dolayısıyla kendilerinden biraz çekinirdim beyaz camın arkasında da olsalar. Ama ne biliyim, güzel giyiniyorlardı falan, anlamadığım bir sürü şey yapıyorlardı; “Vay o tavşan nerden çıktı?, güvercin uçuverdi, mendilden çiçek yaptı, nasıl oldu?”.

Yıllar sonra Sermet Erkin’le “Magic” adlı bir yazılımın tanıtım toplantısında çalıştık. Tiz sesiyle hint ipeği istemişti bizden. Bulmak bayağı zor olmuştu, ama beğenmemişti getirdiğimiz kumaşı. Biz Sermet Erkin istedi diye Nişantaş’tan en baba parçalardan birini almışız, kıvrılmaz etmez. Sonradan anladık ki sıradan tül gibi bir şey istiyormuş, boşuna ilk kumaşa verdiğimiz paraya yanmıştık. İşin daha da keyifsiz olan kısmı aradan onca yıl geçmesine rağmen yeni tek bir numara yoktu. Güvercin, tavşan, çiçek…

Can da geçen sene yetenek yarışmasında Aref’i izlediğinden beri illüzyona ilgi duymaya başladı. Gerçi daha önce tavşan-güvercin ve çiçek üçlemesini de bilmiyordu ki etkilensin.

Spencer İllüzyon Şov’un geleceğini öğrendiğimde hemen iki bilet edindim. Hoş, internetten baktığımda ucuz Amerikan gösterisi tadındaydı ama Can yeterince heveslenmişti, keyfini kaçırmak istemedim. Haksız da değilmişim.

Bu akşam bazen başımda dolaştırdığım yağmur bulutları sayesinde salonun en tontiş ve geveze iki ablası yanımıza oturdu. Hatta en yanımdaki o ka tontişti ki benim koltuğumun bir kısmını da kendisine verdik. Üstelik parfümü tam 12 yıldır duyduğumda midemi bulandıran ve kusma isteği uyandıran o korkunç şeydi. Bu iki nedenden ötürü, ben de Can’ın koltuğunun yarısını kullanmaya başladım.

Mr. Spencer ve karısı gayet kot pantolonlu insanlar. Hatta eşi arada eşofman giyiyor. Neden? Kadın minicik yerlere girip kocasının onu kesmesini bekliyor, gece elbisesiyle bunları yapmasına imkan yok. Bayağı ev halinde takılıyorlar.

Şov, yeteri kadar sıkıcıydı. Hatta şov bile denemez. Gözlerimin kapandığı anlar oldu. Bir daha da olsa gitmem, o kadar yani.

Ama bana pes dedirten, gereksiz bir şekilde verilen 15 dk’lık mola sırasında sigara içmeye dışarı çıktığımda ortamdaki her kadının istisnasız programın kötülüğünden değil, Bayan Spencer’ın paçozluğundan söz etmesiydi. Kelimesi kelimesine yorumlar: “İnsan utanır böyle sahneye çıkmaya!” “Ay inanamadım yane, eşofman mıydı ayağındaki?” , “Kızım 1980’lerden kalmış bu kadın, o saç ne öyle?”. Yurdumun eğitimli kadınları Bay Spencer’ın korkunç saçlarına laf etmek dahil kendisine ve şovuna toz kondurmadan, sahnenin çilekeşi tek kişiyi kendilerine kuma bellemişler (Bay Spencer’ın korkunç saçları ve şekli zaten yukarıda görülüyor).

Şovun geri kalanı molada konuşulanları düşünmek, arkamdaki toramanların haşırdayarak yedikleri mısırların sesini dinlemek, esnemek, evde olmayı özlemekle geçti. Bir de sonrasında imza ve fotoğraf kuyruğuna girmekle. Allahtan onun için para almadılar.

Arabaya binerken Can kocaman bir öpücükle teşekkür etti. Kendi deyimiyle “Amerikalı bir ünlüyle tanışmasını sağladığım için çok mutluymuş”. Dışım “ben de çok mutluyum” dedi, içim “evime gittiğim için”…

8 Aralık 2011 Perşembe

DANIŞMANLIK...

Hayatla ilgili hedeflerim konusunda baltayı taşa saplamış durumundayım o belli de, en azından yeni kariyer hedefimi belirledim: danışmanlık.

Şimdi bir kere “danışman” olarak kuruluşların barındırdığı kişiler genelde ağzı bol laf yapan, bence sıkça sallayan, salladıkları ters tepince de herhangi bir yasal ya da maddi yaptırım almayan rahat insanlardır istisnalara sözüm yok).

Zamanında “değişim yönetimi” danışmanlığı veriyoruz diye şirketin yıllık karını kaptırdığımız ağabeyler, süslü püslü planlarla on şirketin yapısını değiştirmiş, bir sene sonra geldiklerinde ve söyledikleri hiç bir şeyin gerçek hayatla ilgili olmadığını gördüklerinde de “aaa olmadı mı? e biz o zaman yanlış yaptık” diyerek yol masraflarını da alarak gülerek uzaklaşmışlardı. Uçakta “nasıl kandırdık enayileri” demiş bile olabilirler. Kimse kendilerine “kardeşim sen böyle önerdin, bizi de ikna ettin, neden çalışmadı bu sistem” diye sormadı.

Bir de bu arkadaşların kurum içi versiyonları vardır ki, çalışkanları genelde zamanlarını başkalarının hayatlarını nasıl zindan ederim projeleriyle geçiştirip, kendilerine danışmaya gittiğinde de torun-torbalarının fotoğraflarını gösterirler.
Bu şahıslar genelde bir proje için sisteme dahil olup sonrasında da unutulmuşlardır.

O kadar eskidirler ki o şirkette, bunlar varken gelip şirketi üstüne kurmuşlar hissine kapılırsın. Belirli bi aşamadan sonra da yaşlarına hürmetten kimse hadi git diyemez. İşin ilginci kimse tam olarak ne yaptıklarını ya da kendilerine hangi konuda danışılacağını da bilmez. Performans hedefleri yoktur, yıllık planları yoktur, KPI’ları hiç yoktur.

Bu rahat kişiliklerle bolca rastlaştık iş hayatım boyunca. Ama son bir yıldır en "evlere şenliklisi"ni tanıdım.

Bu ağabeyimiz de yukarıdaki tüm özellikleri taşıyor. Neden orada kimse bilmiyor. Ama kendisinin bildiğine eminim. Haftanın üç günü sanki yönetim kurulu toplantısından çıkmış gibi aceleci adımlarla öğlene doğru geliyor. İlk işi bilgisayarını açmak, sonra oraya buraya kâh komik, kâh düşündürücü mailler atmak. Kendisi aynı zamanda Nişantaşı’nın üçte birine sahip olduğu için kiracılarla konuşuyor, evle ilgili bir takım sorunları çözüyor, kısaca takılıyor. Kahveye gidecektim, yolum buraya düştü gibi bir hali var.

Bir özelliği daha var Danışmanımızın; çılgınca çıkış almak. Ekstreler, mailler, üzerinde tek kelime de yazsa tüm dokümanlar. Eminim sahip olduğu dairelerden birini sırf aldığı çıkışları saklamak için kullanıyordur. Aldığı çıkışların bir kısmını da yazıcı da unuttuğu için göz misafiri olduğumuz kredi kartı borçlarını şaşkınlıkla izliyoruz. Çünkü ödenmesi gereken tutar bölümünde genel 7 TL felan yazıyor (sırf tansiyonu çıksın diye kendi kredi kartı ekstremi unutucam yazıcıda bir ara).

Her şeyin çıkışını aldığı için departmanda da haklı bir üne de kavuştu. Geçen gün printer’da “body paint” diye yaklaşık 50 sayfalık bir sunum bulduk. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü çıplak ve güzel hatunun çeşitli bölgelerine yapılmış bir sürü boyama…

Sanırım sanatsal yönü ağır basan bu çalışmaya hiç birimiz hak ettiği değeri veremedik. Hele ben kadın cinsel organı civarına yapılan esere çok güldüğüm için lanetlenmiş bile olabilirim.

Ama asıl konu printer’da sahipsiz duran bu çıkışların kime ait olabileceği konusunda hem fikir olmamamızdı. Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın durumu.

Bu çılgın sanatsal pornografiden tam bir hafta sonra çayın faydaları konusundaki bilimsel çalışma da printerdaki haklı yerini almıştı. Ve en gencimiz dayanamadan çıkışları danışmanımızın eline tutuşturdu, “sanırım sizin”.

Dolayısıyla bir dünya para kazanıp tüm günü bu kadar “yoğun” geçirmek hiç fena olmazdı diye düşünüyorum.

7 Aralık 2011 Çarşamba

KANIT...


Yaşam kendini kanıtlamakla geçer… 
Bazıları şanslıdır onların fazla kanıta ihtiyacı yoktur. Çuvalladıklarında hep birileri yanlarındadır. Çocuğunu beslemeyenlere süt anneler, evini temizlemeyenlere hizmetliler. Zaten yurt dışında eğitim almışlardır ve doğuştan babalarının şirketinde “başarılı” üst düzey yöneticilerdir. Ama sen besin halkasının son zincirinde olmasan da, yine de kendini kanıtlamaya ömrünü verirsin.

Senden büyük kardeşler vardır. Onlardan gibi başarılı olduğunu ve/veya olabileceğini kanıtlarsın.

Sınıfta çalışkanlığını, dans yeteneğini, sporda azmini, arkadaşların arasında güvenirliğini…

Üniversite sınavında zekanı ve şansını.

Her yeni işte akıllı ve iyi bir çalışan olduğunu. Üstelik o işlerin her aşamasında projelerinin iyi yürüdüğünü…

Sevdanı kanıtlamak zorundasındır aynı zamanda.

Sonra, iyi bir evlat olduğunu.

İyi bir gelin/damat adayı olduğunu.

Ve ömrünün sonuna dek iyi bir anne olduğunu kanıtlamaya çalışırsın.

Her “challenge” ömründen alır zamanı. Hiçbir zaman tamam, bitti denmez, hep ne kadar iyi olduğunu anlatmak zorundasındır ama yine de bu anlatıma alışmışsındır.

Ve bir gün gelir, “kim” ve “ne” olmadığını kanıtlamaya çalışırsın, yapamazsın, ki en acısı da budur. 



HAYAL OYUNU

Ellerindi ellerimden tutan

Ellerimdi ellerinden tutan...

Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi

Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin

Kim bilir kaç martılar halinde


Bir masada karşı karşıya

Seyrederken dudaklarını senin

Dile gelmiş ilk Türkçeydik

Henüz başlamış kül rengi bahar

Ne savaş, ne barıştık biz...


Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar

Manolyaya gece konmuş kumrular

Can Yücel

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dışarıda feci bir fırtına var. Evdeysem ve tüm sevdiklerim de emin yerdeyseler severim bile bu sesi. Yaprakların hışırdamasını, pencereler kapalıyken bile perdelerin hafiften oynamasını. Oysa, mesela Can dışarıdaysa feci tedirgin olurum. Çatıların altında durma, servisi şurada bekle, eve geldiğinde ara…

Aslında dışarıdaki sesler bana yaşamın ilginçliğini hatırlatırken, bir günde tek solukta okuduğum Ayşe Kulin romanını da anımsatmıştı. Bilgisayarın başına otururken de, onunla ilgili bir yazı hedefliyordum. Heyhat yine korkularım galip çıktı.

Ayşe Kulin’in yaşamını okuduğum andan beri –ki zaten kendisine hayrandım- ona karşı derin bir sevgi de beslemeye başladım. Tüm kişisel özellikleri ve yaşama karşı duruşu ona saygımı biraz daha artırdı. Tabi bunlar sayesinde her geçen gün onun romanlarında nasıl kaybolup gittiğimi düşünmeye başladım. 400 küsur sayfalık bir kitabı bir günde okuruna bitirtebilmek her yazara nasip olmaz. İşin ilginci eserleri beni o kadar içine alıyor ki, birkaç gün etkisinden sıyrılamıyorum. Elif Şafak’ın kitaplarında da aynı şey oluyor mesela. Birkaç gün ben de o kitapların sayfalarında kendimi karakterleri bizzat izlerken buluyorum. Sanki İskender’deki Pembe sağına baksa beni görecek ve ona koş diyeceğim, ya da İlhami’nin odasında kendisine “yapma koçum” tarzında bir nutuk atacağım.

Kitap bittiğinde ise hep aynı panik: daha iyi bir şeyler okumam lazım, yoksa peşimi bırakmayacaklar. İyi yazar olmanın pek çok kuralı vardır. Ama sanırım kurgunun harikalığı, karakterleri ete kemiğe büründürmek, kullandıkları parfümün kokusunu okura hissettirmek… Zor iş. Ve daha da önemlisi o güzel Türkçeyi bu kadar iyi kullanabilmek. Sıkmadan, yormadan, her kelimesinden keyif aldırarak…

27 Kasım 2011 Pazar

Bazen karabasanda gibisindir. Uykuların düzensizdir. Kendini hep bir denizde yüzerken görürsün. Denizin içindeki balıklar ya ölüdür, ya da hızla senden uzaklaşır. Az çok rüya tabirlerinden anlayan birisindir, pek hayra alamet olmadığını da bilirsin o yüzden. Kendini bu kabusla mı güne atarsın bilinmez, günlerin de rüyaların gibi olmaya başlar. Gergin, karanlık, soğuk… Genelde de balıklar kaçar ve de büyük olurlar.

Aynı zamanda çalışırken, bir de okullusundur. Karşı çıkmalar, büyük büyük laflar, okulda alınan cezalar, okula çağrılmalar. Allahtan oğlunun kalbi iyidir de, tüm baydırıcı takıntılarına rağmen yanağına konan bir buse, kocaman bir sarılış tüm sıkıntılarını hafifletir.

Bu arada yılın son aylarında %35’lik dilime de girmişsindir. Ama kiralar, aidatlar, okul, özel dersler o dilime girmez. Kediyi mi satsam noktasına geldiğinde hatırlarsın ki, kedin de British görünümlü bir tekirdir.

Sen her şeye yetişip o günü de kurtarmaya çalışırken tuzu kuru bir arkadaşın bir şakadan nem kakıp, sadece seni değil ortak tüm arkadaşlarınızın da canını sıkar. Fitne fesat arkadaşının tek derdi senden hala intikamını alamamasıdır ki, bu tür kaprislerle uğraşmaya hiç mecalin yoktur.

Yine de hayata tutunursun. Bunu yapmak için pek çok insandan daha fazla sebebin vardır aslında. Ama birden öyle bir dert gelir ki karşına… Ne yapsan ruhunu sakinleştiremezsin…

8 Kasım 2011 Salı

Aile olmak...

Etrafımızda kalabalık aileler vardı hep. Maddi durumları çok da iyi olmayan. Çocukların daracık odalarda gün boyu birbiriyle itiştiği.

O ailelerden birinin kızına bir bebeğimi ödünç vermiştim. Kız benden 5 yaş büyüktü ve benim "ablalar" ile daha iyi anlaştığımı sandığım günlerdi. Kız bunu ve annemin beni herkesle görüştürmemesini fırsat bilmiş, henüz bir hafta önce bebek kervanıma katılmış sarı saçlı, yeşil yağmurluk ve çizmeli bebeği gözüne kestirmişti. Ödünç almak istemişti, onu kaybederim korkusuyla gıcır bebeğimi gönülsüzce vermiştim.

Bebeğin iade günü geldiğinde yeşil çizmelerinin haricinde bacaklarının da kesilmiş olduğunu görmüştüm. Bebeğin bacaklarını kesen kardeş konuşmamız arasında evden ok gibi fırlamış, ablası arkasından terlik atmıştı. Ben bebeği artık istemediğim söylemiştim, kız sevinçle bana bakmıştı.

30 sene sonra düşünüyorum da, sanırım ciddi bir abla kardeş dayanışması yapmışlar, bacakları olmasa da güzel bir bebeğe kavuşmuşlardı.

Aynı kız, ailesi ve evleneceği çocuk ve ailesi ( o zaman artık memleketten uzak düşmüştüm-söylenenlerden biliyorum) bir sorun yüzünden düğünde birbirlerine girmişler ve iki aile süslü sandalyelerle birbirine saldırmıştı.

Bunları müstehzi bir tebessümle dinlemiştim, yalan tabi, daha çok alay ederek.
Oysa şimdi düşünüyorum da, aile olmak böyle bir şey sanırım.

Küçük burjuvanın elinden bebeği kapmak için dayanışmak, ya da “rezalet olur” demeden karşı tarafa girişmek.

Aynı bayram gününde, aynı masaya oturmak.

Canının canını yakanın haddini bildirmek.

Tüm kardeşlerin için en iyisini istemek.

Bu yaşta anlıyorum ki, gerçek aile olmak zor zanaat.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Ama ben en çok şeyi,
En kısa zamanda sana söyledim,
Yalnız sana.
Espritüel insanların hep diğerlerinden zeki olduğunu düşünmüşümdür.

Kendime edindiğim dostların büyük kısmı da komik, eğlenceli insanlardır. Espri yapamasa bile, iyi espriden anlayan, gülebilen ve kendiyle eğlenebilen, kendini tii’ye alabilenleri severim. Onlar olmasa hayat ne sıkıcı olur.

Onunla karşılaştığımız an ne kadar komik biri olduğunu anladım. Etrafını umursamadan gerektiği zaman her türlü çılgınlığı yapabileceğini de. Benim gibi kurumsal hayatın kurallarıyla bir miktar körelmiş biri için ilk başta biraz korkutucu da olsa, daha çok mutlu eden bir durum ortaya çıktı zamanla.

Konu ota boka yorum yapmak değil aslında. En beklemediğin tek kelime ya da kısa bir cümle ile noktayı koyabilmek. O noktaya da uzun süre güldürebilmek sanırım.
“Dükkana mal gelecek, arabanızı oraya koymayın” diyen adama “e gelmiş ya zaten” demek herkesin harcı değil, ya da yamuk bacaklı patrona bakarak “benim böyle bacaklarım olsa, değil etek giymek, belimden aşağısını aldırırım” diyebilmek. 91 doğumlu biriyle sohbet ederken “91’liler doğdu mu” ya da “annem arayacak” dediğinde “nerden anladın” sorusuna “çocuk kalbi hisseder” diye yanıt vermek… Ve bunların pek çocuğunu belleğine yazmak, bazılarını paylaşmak, bazılarını kendine saklamak... Bir sonrakileri beklemek.

Hayata ve içindeki her şeye, herkese tutkuyla bağlanmak… İyi ki seni tanımışım. İyi ki her geçen gün seni daha fazla tanıyor ve seviyorum.

27 Ekim 2011 Perşembe

Vi ar idiıts...

May kolliiig aylardır 28 Ekim’i bekliyor. Dünyanın sonu ya da farklı bir boyutun başlangıcı olacakmış, uzaylılar felan.

Bari bir veda mesajı yazıyım dedim ama geri zekalı olduğum için 2 gün önce değiştirdiğim şifremi yine unuttum. Zaten üye olduğum/takip ettiğim/sahibi olduğum internet platformları birleşse, benim şifre unutma hikayelerimden kısa metrajlı bir film çıkarırlar. Ama adilik bu ya, beni değil genç ve sarışın bir dilberi oynatırlar…

Zaten bu karakter oyuncularının yerine oynattıkları figüranlara iyice gıcığım bu günlerde. Misal “harika çocuk” olarak lanse edilen bir dana, “Van depremi” yazarken “mi ayrı mı yazılır” diye sorabiliyor. “Haydi heceleme çalışalım bebeğim; adın neydi, dana mı? d-an-a. Harika oldu. Evet Türkçe böyle güzide bir dildir!” demek istiyorum.

Hayır,” bu söz edilen son” efendi olarak gelse ona da lafım yok. Ama aklıma feci senaryolar geliyor. Ya filmlerdeki gibi karşımızdaki insanların bedenlerine girerse ruhlarımız? Kendi bedenimde Gülşen (dı bakıcı) ya da onun bedeninde kendimi hayal edemiyorum. “Caaann bu ağsam ödevine ne salaayım?” diyen bir anne pek keyifli olmayabilir. Can ve Nane karışımını düşünmekse intihar sebebi. Devamlı konuşan ve gitar çalan tembel bir kedi ve masa altı Can’ı.

Bu akşam İngilizce sınavına çalıştığımız gibi; fikşın, nan-fıkşın, saayns-fikşın.
Diyır kolliig, Pazartesi birimizden birimiz ET’nin pisikletiyle fezaya uçmamışsak, ben sana sorarım…

24 Ekim 2011 Pazartesi

Kendime itiraf...

Yazamıyorum.

Kendimi garip bir rüyanın içinde zaten kısıtlı olan yeteneklerim ve heveslerim şırıngayla çekilmiş gibi hissediyorum.

Fotoğraf çekemiyorum. Çektiğim bir iki kareden de mutlu olmuyorum.

Ne oluyor bilmiyorum ama ne oluyorsa iyi olmuyor…

Uzun zamandır sıkça yapmadığım şeyleri yapmak istiyorum mesela. Yemek yapmak. Soğan falan doğramak. Doğrarken söylenmek elim kokuyor diye. Oysa kırk yılda bir doğradığım soğan için bile eldiven giyiyorum. Evi toplamak istiyorum, 30 dakika içinde sıkılıyorum.

Bunları evde yapabilecek biri olduğu ve o yapmadığı için mi yapmıyorum yoksa içim mi çekilmiş bilmiyorum. Tek yaptığım eve gelip çılgınca mail okumak, proje hazırlamak, bağrış çalış ders çalışmak Can’la… Bir de gereksiz yolculuklar. Benim gibi ruhu çekilmiş bir sürü iş insanıyla aşağı yukarı aynı endişeyle benzer toplantılara girip aynı uçakla geri dönmek.

Ne komik, daha doğrusu ne trajikomik. Can’ın gitar öğretmenin adını hala bilmiyorum. Kendisini telefon rehberine “gitar örtmeni” olarak kaydettiğimden beri işler daha da vahimleşti. S ile başlayan bir adı var ama Sinan mı Serkan mı bilmiyorum. Oğlan da bilmiyor yaklaşık 2 aydır evimize girip çıkan bu abinin gerçek adını. Titri var, adı yok…

Yaklaşık 2.5 aydır evimizde çalışan Gülşen’in de soyadını ezberleyemedim. Kendisine hala Maya diye hitap ediyorum bazen. Benim için herkes aynı mı olmaya başladı ne? Ya da bilinç altımda herkesi hiçsizleştirme hevesi mi başladı?
Kendimi bulduğum anlar ve kendimi yanlarında eski ben gibi hissettiğim anlar kısıtlı.

Büyüdüm mü? Yaşlandım mı? İstanbul 20 yıl sonra mı aklımı almaya başladı?

Ne oluyorsa iyi olmuyor netekim…

31 Ağustos 2011 Çarşamba


“Ne içindesin çemberin, ne de dışındasın” bu olsa gerek.
Yaş aldıkça kendine ait değer yargıların daha da sivriliyor. Evet, iyi bir ebeveyn olmak istiyorsun ama yeni nesli anlamadan da gittikçe güçleşmeye başlıyor. Tıpkı zamanında annenin seni ve arkadaşlarını anlamadığı gibi.
İşin kötüsü artık anneni ve babanı da anlamamaya başlıyorsun. Aslında mutabık olduğunuz tek ortak nokta çocuk yetiştirmenin ne kadar zor, ama çocukların ne kadar değerli olduğu. Oysa yöntemler çok faklı. Onlar hala kendi yöntemlerinin doğru olduğunu savunurken, yaptıkları hatalarda büyüklerini suçlayarak içlerini ferahlatmaya çalışıyorlar.
Senin kalbinde açılan kesikler pek tabi unutulmuyor ama o kadar özenle, sürekli iletişimle büyütmeye özen gösterdiğin çocuğunun da sıkça mutsuz oluyor, hem de oyunda yenilmek, istediğinin olmaması gibi sudan sebeplerle.
Annen seni anlamıyor, annen çocuğunu anlamıyor, sen anneni anlamıyorsun, çocuğun anneni ve seni anlamıyor. Ama aynı zamanda üç nesil ortaya karışık iyi bir aile olmaya çalışıyorsunuz… Bir şekilde başarıyorsunuz da.

14 Ağustos 2011 Pazar


İTÜ standartları yurt dışı tatilini gerektirirmiş ama biz Kıprıs’la yetinmek zorunda kaldık…

Her yaz tatili su kaydırağı bulma telaşıyla başladığı için, Acapulco’nun kaydırakları da güzel göründüğü için tam pansiyon olmasına rağmen (Can’la “her şey dahil”e gitmemek çılgınlık zira) bu mekanda karar kıldık.

GÜN 1

Haddinden fazla “sağlayan” taksiden kendimizi nasıl attık bilemiyoruz. Odamızı hemen verdiler, seviniyoruz. Ama bu sevinç çok kısa sürüyor. Ana binada değil oda. Hatta olabilecek en uzak noktada. Deniz Manzaralı oda istemiştik, ağaçlar üstünden minik bir manzara. Feci bozuluyorum. Eşyalarımız taşıyan görevli bu yeni yapılan binayı öve öve bitiremiyor. Sanki otelin mimarı o.

Söylenmeye başlıyorum. Oda nem içinde, yataklar dahil. Resepsiyon birini gönderiyor, gelen kişi saçma sapan açıklamalar yapıyor. Nece konuşuyor pek de anlamıyorum. Banyonun kapısı kapanmıyor. Kapıyı kilitliyorum, hoop içeride mahsur kalıyorum Ter akıyor, daha gelir gelmez kendimi otel tarihine “salak” olarak yazdırmak üzereyim. Can dışarıda talimat veriyor, bense ağzımda küfür geveliyorum.

Uzun uğraş sonucu kapı açılıyor ama boncuk boncuk terler dökülüyor yüzümden. Alelacele hazırlanıp havuza iniyoruz. Gerçekten iniyoruz ama. Hani inmek budur. Uzun upuzun bir yol, yolda bir başka binanın inşaatı ve çalışan işçiler. Bu şaka mı derken havuzda buluyoruz kendimizi. Neyse oturacak yer olduğu için fazlaca mızıldanmadan Can kendini havuza bırakıyor. O sırada bin bir iş konuşması vs.
Anlıyorum ki sadece otel müşterileri değil, dışarıdan da insanlar geliyor otele günübirlik. Gideceyyis, geleceyiis,ne yapacayyıss, annem sıcakladın? şeklinde değişik bir tonlamayla konuşan bir sürü insan.

Bu sefer beklediğimden çabuk sıkılıyor Can efendi. Kaydıraklar poposunu acıtıyormuş, insanlar sırayla kaymıyormuş. Denize gidiyoruz. Ne kadar güzel. Demişlerdi de inanmamıştım, harika bir sahil. Yalnız bir sorun var, su sıcak.

Öğlen restauranta gidecek gücümüz olmadığı için hemen sahil kenarındaki kafede yemeye karar veriyoruz. Bir pide ve hamburgere 50 TL veriyoruz. Bu arada uzun süre beklediğimiz hamburgerin içinde köfte yok. Hışımla ayağa kalkıp fırça çekiyorum. Çocukcayyıslar daha sonra kendilerini affettirmek için karpuz falan getiriyorlar. Saat 15.00 civarında sahilden ayrılıyoruz. Can’a diyorum ki; bir fikrim var ama sen sakın ağzını açma, odamızı değiştireceğim. “Ben dayanamam ki konuşmadan” diyor, “o zaman kapıda beklerim anne”. Peki diyorum resepsiyona yöneliyorum.
Aritmim olmasından tutun da, çocuğun eşyasını unuttuğum için iki kez odaya gitmek yani o yokuşu tırmanmak zorunda kalmama kadar trajik bir hikaye, ağlamaklı bir yüz ifadesini bayılacak gibi oluyorumlar takip ediyor. Bir odadan söz ediyorlar ana binada. Görüyoruz, bundan iyisi olamaz. Hatta otelin en iyi odalarından biri. Alelacele bir araba veriyorlar, diğer binadan eşyalarımızı topluyoruz. O oda da Mehmet Ali Erbil kalmış, yüklü miktar bahşişi koparan şoför anlatıyor gevrek gevrek.

Akşam yemeği, Uno ve her türlü kart oyunu, Can’a kaptırılan jetonlar, Casino’nun önünden merakla geçmeler ama içeri girememeler. Yorgunuz, uyuyoruz.

GÜN 2

Kahvaltı ve deniz. Ve denizde bir sürü oyun. Aklımı yitireceğim bu animatörlük konusunda.

Çok mutluyum, Kıprıslılarda göbekli. Hatta bende olmayan fazlalıkları da var. Kendimi alamıyorum onları izlemekten ve dinlemekten.

Girne’ye inmeye karar veriyoruz. Otelin aracına biniyoruz. Sanırım dönüş saatini yakalamamız imkansız.
Girne’ye iner inmez bir smack down kartı ve oyuncak arama işine giriyoruz. Sinirlerim bozuluyor. Sahilde ve marinada dolaşıyoruz. Şeftali kebabı yememiz lazım. En iyi yer Niazi’smiş. Buluyoruz. Kucağıma çıkacak kadar samimi ve bağırgaç bir kedi geliyor yanımıza. Can kedi aç diye bunalımlara giriyor. Ufak çaplı bir kriz, şeftali kebabı ki beğenmediğimi söylemeliyim, alışverişe devam isteği. Ama dükkanların çoğu kapalı. Gözlerime inanamıyorum, nasıl olabilir, saat daha 20.00. Sonra bindiğimiz taksici anlatıyor, erken kapanırmış Girne’de dükkanlar. Can yine oyuncakçıları soruyor. Orada oyuncaklar bir milyoncu gibi dükkanlarda var. Mr. Pound diye bir yerin adresini alıyoruz.

Akşam yine aynı terane. Kart oyunu ve uyku.

GÜN 3

Sabah aynı başlıyor. Denizde tenis oynamak… Allahtan deniz biraz dalgalı da, Can biraz daha fazla eğleniyor. Bugün aksi gibi zayıflar türemeye başladı etrafta. Hepsi İngiliz. Elimle işaret ediyorum, bu tarafa gelmeyin diye.
.
Gündemde yine Girne var. Gitmezsem Mr. Pound lafından kurtulamayacağım. Ama bu sefer dönüşte otelin otobüsünü yakalamaya niyetliyim.
Dünya yol yürüyoruz. Söyleniyorum Can’a. Mr. Pound denen tahmin edildiği üzere bir milyoncu. Daha doğrusu 4 liracı. Bir sürü mağaza geziyoruz, ama hepsi salak smack downcu bulabilir miyiz mağazaları. Can daha fazla yer gezmek için taksiyle dönmek istiyor. Aklımda diğer mağazalara da bakmak var kendim için ama zaman yok. Can efendi “hayır”dan anlamadığı için ufak çaplı bir kriz yaşıyoruz. Ama benim dediğim oluyor. Zaten Girneye gidip smack down kartı aramaya bir benim gibi embesil ok derdi sanırım.

Akşam yemek, oyun, çocuk diskosu, animasyon şov. Sandalyemde kırmızı bir uçan balonla otuyorum gece boyu.

GÜN 4

Bugün Can’ın doğum günü. Dün Girne’den aldığım mutlu yıllar süsünü asamıyorum hiçbir yere. Yere seriyorum. Sevindi mi anlamıyorum.

Dün akşamdan pastasının siparişini vermiştim, nerede kesileceğine karar veremiyorum. Kalabalık bir yerde kesilsin istiyor pastası. Aklıma animatörlerle konuşmak geliyor. Ahmet adında gözleri başka tarafa bakan şef “tabi” diyor. Zamana karar veriyoruz. Yemekten sonra çocuk diskosunu bir kez daha izlemek zorunda kalıyoruz.

Bebeler yeterince kurtlarını döktükten sonra Can sahneye davet ediliyor. Doğum gününde dilek tutmuyor, aklına gelmiyormuş. Animatöre “o var, bu var” derken herkes gülüyor. Neyse en sıkıcı kısım bitiyor. Sonra şu yorum geliyor kendisinden; “birkaç hafta daha kalalım, henüz tanınmaya başladım”.

“Dans edelim mi” diyorum, “olur” diyor. İlk defa oğlumla diskoda kısa da olsa dans ediyoruz.

GÜN 5

Dönüş günü. Gün rutin geçti. Bir akşam öncesinin yorgunluğundan fazla dolanmadık etrafta. Malum yol yeterince uzun. Ve hava “home sweet home” havası.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bakıcı Krizinde Farklı Bir Açılım: A Kocaali Story

Maya gitti. Ondan sonra gelen asık suratlı kız aynı zamanda pis ve dağınık da çıktığı için bir arkadaşım vasıtasıyla başka birini buldum. Adı Duygu…

Hatun, daha ilk işe başlayacağı gün, daha önce geldiği evin yolunu bulamadı, yollarda ağladı falan. Taksi gönderdim aldırmaya, salya sümük, kafam bulandı ama “aman boş ver” diyorum. İstanbul’da yaşayıp bu kadar dünyadan bi haber olmak ayrı bir şey sanırım.

Maya, gitmeden bizi ziyarete geldi, kıskançlık krizleri geçirdi yeni kız, “herkese beni Maya gibi severler mi” falan diye soruyor. Arada benden giysi istiyor, kaşla göz arası Maya’nın telefonunu almış onu arayıp duruyor, yalan yanlış bişiler söylüyor. Ama ben ısrarlıyım ki bir daha bakıcı aramayacağım.

Annem bu sefer “bakıcısız gel” dedi, ama ısrar ettim, güya o iş yapmayacak, 1 hafta rahat edecek, Can ile ilgilenecek. Diğer taraftan da “beni rahatsız eden bir şey var, orada ortaya çıkar diyorum. Canı bıraktım, birkaç gün yanlarında kaldım.

O sabah babama “ hadi ben gidiyorum” derken çocuk gibi ağladı peşimden. “Gitme kızım, özlüyorum seni, bir daha göremezsem” dedi. Yoldayım, paçavra gibi. Annemi arıyorum, “babanı bilmez misin, hep ağlar peşinden, balık burcu işte” diyor…

İstanbul’a geldim, eşya hazırlıyorum, sabah yola çıkacağım, bir telefon; “babanız benimle öyle konuşmasın”.

Nasıl konuşmasın? Babam bizim kıza “üzülme kızım seni de severiz” demiş. Ne var bunda diyorum? Ben alışkın değilim diyor. Tabi iş başa düştü, ablamla anneme çaktırmadan babamı uyaracağız, diyeceğiz ki; bu kız bu tür sözlerden anlamıyor, aman bir şey deme.

Biz hain planlar yaparken öğreniyoruz ki kız anneme de söylemiş. “Başka ne oldu” diyorum. “Beni tutmaya çalıştı” diyor. “Kızım babam tek başına ayağa kalkamıyor, salondan tuvalete gitmesi de 30 dk, belki sendeledi, sordun mu, neden tuttun beni diye”, ses yok.

Tabi annem sinir krizleri. Babamla bunu karşılarına alıp konuşuyorlar. Telefondaki ses, “abla yanlış anlamışım” diyor. He şöyle. “Uslu dur, insanları üzme, canına okurum” diyorum.

Tamam bitti derken ertesi gün bir feryat daha: babanız bana çıplak kadın fotoğrafı gösterdi. “Nerden gösterdi?” “gazeteden”. Babam yıllardır Hürriyet okur, he bir de Sözcü.

Babamdan da şüphe etmeye başlıyorum. Gazete arası hustler falan mı okuyor? Tamam Parkinson da, acaba bize rol mü yapıyor? Tabi bu da asparagas çıkıyor. Zaten ilk uyarıdan sonra aklında olsa da bir şey yapmasına imkan yok, annem kendisini Hürriyete sürmanşet yapar.

Maya’yı arıyorum, “açık söyle sen babamla yalnız da kaldın, sana bir şeyler söyledi ya da yapmaya çalıştı mı” diyorum. “Yok abla, dedenin kendine bakacak hali yok, nasıl böyle bir şey olur” diyor.

Bu arada her şeyi yanlış anladığını söyleyen kız, diğer taraftan eşini falan arıyor. Hatta aracı olan bakıcı sayesinde arkadaşım gündemi benden iyi takip ediyor. Ben acil bir durumda ne kadar sürede oraya ulaşacağımın planlarını yapıyorum. Aklımda bin türlü senaryo…

Anneme “işten atacağım bunu” diyorum, hala vicdan yapıyor. Cumartesi gecesi saat 23.30’da o aracı olan arkadaşım arıyor ve sonra bana geliyorlar. İlk otobüsle İstanbul’a dönme talimatı veriyorum: Ve de gidene kadar babamdan uzak dur, odan zaten üst katta, babam merdiven çıkamıyor”.

Ertesi sabah annem arıyor. Gece kız annemi uyandırmış ve “beni okuyun, fenalık geçiriyorum, bir şeyler oluyor” demiş. Aynı gece babamın yanına gidip affet beni, haksızlık ettim demiş. Bunlar gitmemek için ufak ayaklar… Annem terminale kadar taksi tutmuş, biletini almış. Kız “gitmem diye” ısrar ediyor.

Neyse o sabah ilk iş Kocaali’den posta… Can mutluluktan havalarda “huzur bulduk” diye, annem rahatlamış ama eminim hala babamın canına okumaya devam ediyordur.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

YAZ YAZILARI - Bölüm 1

Bu sene ben de okudum tamam. Hem de 5. sınıfı bitirdim. Zamanında öğretmen demişti ki, “aslında çocuk sorumluluklarını biliyor, siz fırsat vermiyorsunuz”. Pek bir hak vermiştim ama bildiğimi okumaya devam etmiştim. Ondan önce ödevini düşün, sınavını düşün, adam bir de baktı gerek yok aslında ötesine takılmaya, zaten biri onun yerine bunları yapıyor. Bu sene dersler de ağırlaştı. Ders çalıştırmak da zorlaştı. Yaz bana yaz gibi geldi ama şimdi de animatör azlığından şikayetçiyiz vesselam…

******

Valiz hazırlamak gidilen tatilse keyifli olabilir. Ama tedbir insanları için çok zor. Hala Can için alacaklarımı önce bir liste haline getiriyorum. Sinek kovar, sinek öldürür, sinekler kovulamazsa ve sokulma işlemi gerçekleşirse bilumum ilaçlar, ay güneşte kalır 30 koruma faktör krem, aman devamlı yağlanmakla uğraşmaz, dur tüm gün süreni olsun. Canı sıkılır film, bilimum oyunlar, kitap okur mu, sanmam ama belki de okur. Belki de adam asmaca oynar, yok bence beni asar ama yine de koyalım. Bisiklete biner mi? Hay Allah, arabanın üstüne nasıl takacağım o zımbırtıyı? Üşür çorap, terler tişört…Biliyorum kendimle ilgili pek çok şeyi unutacağım…

*******

Annemin sesi inanılmaz sıkıntılı. “Hayırdır” dedim? “Ne olacak geldik buraya kimse yok” dedi. Erken gitmelerinin sebebi biziz ya, bizden alacak sinirini “Ayrıca çok soğuk, yaz da gelemedi canım, zaten bana kalsa bu kadar erken gelmezdim” dedi tıslayarak. Orası da pek sessizmiş (10 yıldır giderim sesli halini görmedim). Hayır onlar St. Tropez’de yazlık almak istediler de, ben ekonomik olsun diye Karadeniz sahillerinde ısrar ettim sanki?

21 Haziran 2011 Salı

"Serkan is my girl" kabusum oldu...

Videoyu gördüğümde de tüylerim diken diken olmuştu. Değil oğlanı öyle olmadığı için kutlamak, öyle olacağı ihtimali bile sinirlerimi altüst etmeye yetmişti. Ağzını burnunu kırmak istedim aynı yaş grubunun.

O akşam Duygu geldi. 13. bakıcı. Zaten rakamdan kaybetmiş. Evi bulamadığı için otobüs durağında ağlarken ulaştım kendisine. Seğirdim, laf etmedim. Ertesi sabahtan mesai bitime dek saat başı 4 telefon aldım. Ve henüz 24 saat dolmadan “abla ben gitmek istiyorum” ağlaması. Arkadan daha tok bir ses bağırıyor “gitsin, gitsin”.

Sıkıldım. Çok sıkıldım. Dünyadan, nefes almaktan sıkıldım…

Ofisten patinaj çekerek çıktım. Servis şoförlerine saydırdım, camı açtım sigara yakmak için ve açık camdan gövdesine göre koca kafasını sokan bir otuzluk bir cüce gördüm. Ben korkarken ve o “ablaaağğ” derken telefonum çaldı. “Serkan is my girl” dedi canım. Sonrası…

Hayatımı zehreden, gözlüklü sevimsiz çocuğa, şarkının söylenmesine yol açan Serkan’a, yanındaki kendini bilmez bebelere ve klipte emeği geçen herkese altlarına işeyecek kadar bol kabuslu geceler diliyorum. Serkanlar götürsün sizi, her anlamda…

20 Haziran 2011 Pazartesi

Kaçmak istediğin oldu mu hiç? Arkana dönüp bakmadan. Sevdiklerini ve sevmediklerini aynı noktada bırakıp.. Sevmediklerinin sevdiklerine zarar vereceği kaygısı olmadan. Geldi mi aklına hiç, koşarak uzaklaşmak?

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Sen Anca Anlat

Takım elbiseli kız anlattı, anlattı, anlattı….

Dedi ki: Mohito yaptırıyoruz, ama önemli olan Küba kültürünü anlatmak. Bu konuda derin bilgi sunuyoruz. Bunun gibi yüzlerce eğitim var.

Öbürü sordu tam 5 dk sonra: içki yapım eğitimleri de varmış…
Kız seğirdi, gerildi. “Evet var” dedi. “biraz önce anlattım ya”. “Haaa” dedi.

Takım elbiseli kız devam etti: Şirkete bağlılık önemli, ama eğlenceli de olsun, acaba bir tekne-tarih turu mu yapsak?
Diğeri sordu: Aaaa, teknede kokteyl oluyor mu?
Kız kıpraştı.

Diğeri sordu: Bağlılık dediniz. Mağazalardan indirim alabiliyor musunuz? Yaneee loyalty içinnn.

Kız seğirdi, titredi, gülen yüzüyle yanıt verdi: Biss alamıyoruss maaaleseff yaneee…

30 Nisan 2011 Cumartesi

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma

Ağlamak öfke delice nefret
Doruklarda aşk doyumsuz sevinç
Kahreden keder kısaca hayat
Ve nefesin ve nefesindir

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
Ağlamak güzeldir

Ağlamak senin kara dünyana
Hala sevdiğin ve hissettiğin
Tüm güzelliğin ve çirkinliğinle
Varolduğundur varolduğundur

Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Herşeye rağmen varolmak demektir
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca güzel bişeydir

Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Herşeye rağmen varolmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bişeydir

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
Ağlamak güzeldir

28 Mart 2011 Pazartesi

Lessıns lörnt...

Bizim Can efendi bir tanıdık vesilesiyle bir casting ajansına dahil olmuştu bundan birkaç yıl önce. O sıralar ünlü olma derdindeydi. Ama çok çabuk geçti bu heves. “Ancak ve ancak 'hayat maksinunda’ reklamlarında oynarım anne” diyordu, sırf o el ve kolları açma hareketini yapabilmek için. Arada bir görüşmelere davet edildik, biri dışında da gitmedik. Dedim ya, dizi mizi ezberi zor olan şeyler tercih edilmiyordu huzurumuzda.

Geçenlerde bir telefon aldık. Yeni bir sitkom başlayacakmış, başrol erkek çocuk arıyorlar. Can’a söyledim. Gözleri parladı önce bir komedi olduğunu öğrenince, sonra kanunlarını dile getirmeye başladı; “seni seviyorumlu” cümleler istemezmiş, telefon açıp böyle bir şey olmadığını öğrenirsem gitmek istermiş vs.

“Hadi len!” dedim. “O zaman gitmek istiyorum” dedi. Bir dizide oynarsa okuldaki kızların bundan sonra onu rahatsız etmeyeceğini düşünüyormuş. "Görürsün sen" dedim sinsice...

Ama yine de başıma nasıl bir dert aldığımı bilmeden yola koyulduk. Okula giderken tüm uyarılara rağmen giydiği eski spor ayakkabılarından yolda utanmaya karar verdi. “Ya onun fakir olduğunu düşünürlerse?”. Fakirlik-zenginlik konusunda nefesimi kesen sözlerden sonra aklıma geldi. “Madem böyle endişelerin var, neden ısrarla onları giyiyorsun” dedim. Sustu. Yolda Levent Üzümcü’nün Abim filmi için o kadar kilo almasını saçma bulduğundan falan söz etti. Oyuncu bile olsa ne gerek varmış. Yine etrafta burnuma sokup nefes alabileceğim bir karton poşet var mı diye bakınırken konu kapandı.

Bağdat Caddesinde bir ajans. Kapıda eşşekkk kadar “zili çalmayın, kapı açık” yazıyor. Bu yazıyı görmemle zile asılmam bir oldu. Tabi içeri kırmızı bir halde girdim. İlk eksimizi aldık.
İkinci eksimiz, adaylarla rolleriyle ilgili bir metnin önceden gönderildiğini anladığımızda haneye yazıldı. Elimize 4-5 sayfalık bir kağıt tutuşturdular, “ezberleyin” dediler.

Bizimkinin karakterinin adı Ömer. Ama yanımdaki Can. Endişeyle bana baktı, “istersen gidelim” dedim, “denemek istiyorum” dedi. Aklımda dönüş trafiği, içimde takdirler bir salona geçtik. Allahım bu ne? Bir sürü anne baba minicik çocuklara bir şeyler ezberletmeye çalışıyor.

Adamın biri yer verdi, Can ile sığıştık, mantolar elimde etrafa bakıyorum. Doğa isimli karakter adayı minik devamlı fırça yiyiyor. Yanımızda kızını çalıştıran bey daha kibar, ağzında sakızla bir genç kız bir şeyler mırıldanıyor. İnsanların çocuklarıyla ilgili bu tür hedeflerini görünce birden moralim bozuldu.

Neyse bizim Can efendi harika ezberlediğini ve rol kabiliyetine güvendiğini söyleyerek içeri girdi. Minik bir kamerayla deneme çekimi yapılıyor. O ukala adam gitti, Ally Mc Beal’in parmak olmuş hali geldi; Miniş Can. Normalde anneleri almıyorlarmış içeri, bizimkinin akıbeti baştan belli, adamcağız izin verdi. Zaten o kadar bezmiş ki yaşamından, tahminen bütün yeteneksiz bebelere içinden saydırıyor.

“Ay neydi ya, pardon, hay Allah içeri de nasıl iyi ezberlemiştim”lerle 5 dk geçirdik. Rol kesmeyi söylemiyorum bile, baya bildiğiniz sosyal bilgiler kitabı okumaca….

Çıktık. Olmadığının farkında. Yüzüme baktı. “İyi bir deneyim oldu” dedi. “Ne öğrendin” dedim. “Bu işin bu kadar kolay olmadığını” dedi.
Düşündüm.. Ben ne öğrendim? Bir daha Oscar sözü verseler o trafiği çekmeyeceğimi… He bir de dizinin ne olacağını. Ha haaaytt..

12 Mart 2011 Cumartesi

Ne kadar mutsuz olduğumu yazacakken konu değişti, iyi ki de değişti...

Korkunç bir gecenin üstünden güneşli bir Cumartesi

Normalde kelebekler uçar kalbimde… Cumartesi güzel gündür… Ama bu Cumartesi değil…

Son haftalarda yaşadıklarım, Can’ın düşmeyen ateşi ve en çok da yediğim son darbe gözlerimden akarken feysbukta bir arkadaş önerisi görüyorum; Ali…

Ali 8.5 sene çalıştığım şirkette Üst Düzey Yönetici Şoförü idi. Dünyanın en saf insanlarından biri. Pırlanta gibi iki oğlan babası.İnanılmaz hızlı konuşur, ama aralardan beyi, hanımı ve de bitmeyen “ya”ları eksik etmez.

99 depreminden hemen sonraydı. Sanırım 3. gün. Ardımızda yardım kamyonları o zamanki Sayın Tepe Yönetici ile yola koyulduk. Ali direksiyonda. İstikamet Adapazarı.

Tüpraş yanıyor. Ali kocaman gözleriyle etrafı izliyor. Adapazarı meydanda bekliyoruz. Yer sarsılmaya devam ediyor. Ali söyleniyor: “Ayben hanım ya, benim burada ne işim var ya, çoluk cocuğum var benim ya”… Benim o zaman çocuğum yok ne dediğini anlamıyorum. İçten içe kızıyorum. Ali aslında o sırada sevgili eşini ve çocuklarını merak ediyor.

Gün bitmiyor. Karanlık bir yerde yanımızda çevik kuvvet yardım dağıtılmaya çalışılıyor. Ali devam ediyor koşturmanın arasında “Ayben Hanım ya, o nası bişey ya?”…

Sonraki günlerde deprem yolculukları devam ediyor, Ali de şaşırıp söylenmeye… Gölcük’te postalları çamur içindeki asker arabaya binmekten vazgeçince Yönetici “bin diyor, senden daha mı kıymetli?”. Gözlerim doluyor, başımı çevirirken Ali’yi görüyorum, arabanın kirlenmesine çok bozulduğu belli ama o da dolan gözlerini çeviriyor.

Bir gün farklı bir yönetici ile çalışmaya başlıyor. Başkan bu sefer yeni patronu. Ali yanıma geliyor, yüzündeki aynı soru işaretiyle. Patronu “burada neden boş boş oturuyorsun, biraz yaratıcı ol” demiş. Nasıl yaratıcı olabileceğini soruyor. “Ben şoförüm Ayben hanım ya, ne yapayım ben ya” diye söyleniyor. “O zaman sen de Bağdat Caddesinde bize bir tur attır” diyorum, “sorarsa da boş oturmadım dersin, ya da ne biliyim, ön tekerleri arakaya, arkadakileri öne taktır”. Bir süre gülüyoruz bu muhabbete. Ali en inovatif şoför olarak efsane oluyor.

Sonra yollar ayrılıyor, bir gün Levent’te bir arabanın önünde beklerken görüyorum kendisini. Benim arabanın önüne atlıyor. Konuşuyoruz. Daha da yeni patronunu ne kadar sevdiğini anlatıyor. İlginç biri Ali, onun kadar çalıştığı herkesi seven birini hiç görmedim.

Şimdi feysbuk arkadaşım. Profilinde yeke yeke, Chris Isaak felan paylaşıyor. Büyük oğlu askerden gelmiş. Çok mutlu. Yine herkesi seviyor. Chat’te biraz yavaş ama ya’larından vazgeçmiyor. Ailece selamlaşıp sohbeti sonlandırıyoruz. Yaşa be Ali.

8 Şubat 2011 Salı

Ömür Bitiriciler...

Bazı insanlar vardır. Çok iyi niyetli olsalar da bir şekilde ömrünü yemeğe ant içmişlerdir, hem de kendileri bilmeden. Aslında yapıcı olmaya çalışırlar, ama kendi yaptıklarına o kadar da inanmışlardır ki vazgeçirmek mümkün olmaz.

Bu tür insanlarla dolu bir fabrikamız var (yani kuruluşun)…Ar-Ge’de iyilerdir, çok yaratıcı ve çalışkanlardır, her sene inovasyon ödülleri alırlar. Hatta bu fabrikanın merkezde çalışan elemanları bile hep yaratır, hep yaratır, üstlerine görev olmayan şeyleri bile.

O firmada çalışmaya başladığım henüz yeni bir yabancı partner almıştı. Bu da yeni bir kurum kimliği vs. demek. Her şeyi yeni isimle en baştan yapıyorduk. Elimizde “global”den gelen bir takım uyarılar eşliğinde.

Ekin, Ekinella, Ekinekya, kurumsal kimliklerin “ağa babası” (aslen güzel bir hatun kendileri) dost –ki o zamanlar o kadar samimi değiliz- ajanslarla aklını yitiriyor. Ben lansman yapacağım, elimde antetli kağıdım yok, tükeniyorum, her şey acil, her gün aynı “ne zaman” sorusunu alıyorum ama diğer taraftan feci bir yavaşlık var.

Nihayet uykusuz gecelerin ve stresli günlerin sonu geldi ve ortaya yepyeni bir kimlik çıktı. Hemen ajanslar için uygulama kılavuzları hazırlandı, çalışanlara duyurular yapıldı, sunum formatları bile iletildi, kısaca tam “oh” dedik.

İşte “oh”lar arasında fabrikaya bağlı bir sekreter arkadaşımızdan adıma bir zarf geldi iç dağıtımla. İçinden çıkan kağıda önce bir anlam veremedim. Bir de açıklama var resmi bir formda. Tarihi, nedeni vs. hepsi açıklanmış. Arkadaşımız diyor ki, “bir sürü adresimiz var, gelin bunları ayrı ayrı antetlilerde yazmayalım, tek bir kağıdımız olsun”. Evet güzel fikir. Fikri okurken alttaki kağıdın ne olduğunu anlamaya başladım. Ablamız tüm antetlilerdeki adres bloklarını tek tek kesmiş, beyaz bir kağıdın sağ tarafına yukarıdan aşağı yapıştırmış. Kağıtta yazı yazacak yer yok. Kibar bir gülümsemeyle “Allahım bu nasıl bir motivasyon” derken aslında başıma geleceklerden haberim yokmuş.

Yaptığının bir grafik dehası ve kurumsal kimliklerin en kimliği olduğunu düşünen ablamıza benim yazılı görüş bildirmem gerekiyormuş. “Ya ne diycem” şimdi? “Olmamış, beğenmedim, saçmalık” yazamıyorsun. “Kurumsal kimlik çalışmamıza uygun değildir” ibaresiyle geri gönderdim. Aynı gün içinde aynı kişiden aynı zarf: “açıklamanızı detaylandırmanızı rica ederiz”. He bir detay, yöneticisine de gönderiyor aynı zarftan. Yani takip ediliyorum. Sonrasında “yeterli yer kalmamış”tan başlayan başka açıklamalar. Hiçbiri fayda etmedi Neredeyse kaçak baskı yapmak üzereyken konu kapandı. Yani en azından bir kişilik.

Diğerleri henüz yeni başlamış. Görmediğimiz kadar çok zarf, kutu, sunum tasarımları her gün öneri olarak ya meyıl baksımıza ya da masamıza yağdı. Bir gün Ekin elinde matbaamızdan gelen bir zarfla içeri daldı. Gözler belermiş, titriyor. Elindeki zarfı açıp zarftakileri masaya döktü. Hepsi yeni tasarım bir takım kurumsal dokümanlar, hem de bastırılmış. Allah’tan adamcağız bize sormadan binlerce baskıyı tamamlamak istememiş…

Bu benzeri hikayeler hiç bitmedi. Artık durdular derken yani tam 3 yıl sonra bugün yeni bir logo tasarımı düştü mailime. Sonra bir kutu tasarımı, sonra diğerleri. “Nerden çıktı?” diyorum, “arkadaşlar yapmışlar” diyor telefondaki ses. “Ömrü yediniz bitirdiniz” diyorum içimden, dışımdan “kurumsal kimliğe aykırı” derken…

Not: Ayrıca bu arkadaşların kaybolmayan sakız, yaşlanmayan kadın, tüy dökmeyen kedi, dışarı çıkarmasan bile eve mıçmayan köpek, sarhoş etmeyen rakı, kilo aldırmayan mantı, kolestrol yapmayan et icat etmelerini istiyorum. Çok mu şey istiyorum???

6 Şubat 2011 Pazar

Sıkıntılı Yazılar…

Son zamanlarda yapmayı sevdiklerim de dahil hiçbir şeyi gönülden yapmadığımı fark ettim. Her şey “to do list”de bir madde. Can’ın yatması, kalkması, yemek yemesi, ödev yapması, benim hazırlanmam, evi toplamam, kitap okumam, arkadaşlarımla buluşmam. Birilerine hal hatır sormam. Çok sevdiğim hafta sonu bile listede bir kalem haline geldi. Tüm maddeler keyif alınmadan sıraya sokulup yapılıyor. En ufak bir keyif almadan.

***
Kaç gündür herkes onu konuşuyor. Ne yazık ki muammayla gitti. En korktuğum şeydir, gökyüzünde olan biteni izlemek ve tek kelime edememek. Tabi kadın olduğu için ve belki hayatındaki en büyük hatayı o gece yaptığı için… Bundan 5-6 yıl önce iki genç kadın gitti bu yaşamdan. İkisi de beyin kanaması. İkisi de anne. Onlar da yavrularına seslenmişler midir? Onları ağlarken görürken daha fazla ağlamışlar mıdır orada?

***
Uzun zamandır geçenlerde gece dışarı çıktım. Neden artık sadece belirli yerlere gittiğimi hatırladım yine. Kalabalık bir insan sürüsü üstüne üstüne geliyor. Otoparklar dolu, taksiler dolu. Herkes üst üste. Verdikleri yemekleri normal zamanda yemeyeceğin restoranlar kapıdan adam çeviriyor. Hele şeflerinin yüzündeki ifade inanılmaz: “de get” diyorlar, “tükkanın önünü kapatman”…
Tonlarca para iniyor cebe ama tüm servis ekibi bir “Cumartesi akşamı burada yer buldun, daha da ne” edasıyla o servisle mutlu olmanı bekliyorlar.

***
Dayanamadığım bir ibişlik ise eğlence mekanlarında ortaya gelen doğum günü pastası. Tamam kutlayın da, neden illa ışıklar söndürülür? Belki korkuyorum karanlıktan? Ayrıca bana ne orada oturan şahsiyetin tahminen 30 yaşına basmasından. Ay çok sıkılıyorum.

***
Geçenlerde bir eski bir tanıdık “içindeki kötülüklerden kurtulmanı dilerim” yazmış. Haspam. “Amin” diyebildim sadece içimde “sen de yalanlarından kurtulursun” dilerim.

28 Ocak 2011 Cuma

Another Praha Story...

Bir ay içinde 2 kez Prag’a gidilmez dedim, kimseye dinletemedim. Bu sefer omuzlarım biraz daha çökük bir Pazar öğleni yola koyuldum.
Havaalanı tıklım tıkış. Pasaport kuyruğu Yeşilköy’e uzanıyor. Önümdeki amca Fransa’ya gidecekmiş, elinde naylon torbası, sıkılıyorum, sıkılıyorum. Gate no: 226, bir nevi şehir dışı, sigara içilen alanda bir kahve, bir sigara, sonra çılgın bir koşturma.

Uçak… Yanım boş mutluyum. Prag’taki pasaport kuyruğunda neredeyse birinçim. Yine en laneti düşüyor bahtıma. 10 dk sürüyor gerizekalının tüm pasaportu ezberlemesi. Arada kabininden çıkıyor, birilerine bişiler soruyor. Bakışlarım iyice sertleşiyor. “Bak yavrum” demek istiyorum, “bak zekası Demirperde’de tıkılı kalmış şahıs. Yamuk bi halim var mı? Hadi bana inanmıyorsun, say bakalım giriş çıkışlarımı. Yaaa, bak senden önceki 6 polis izin vermiş ülkene girmeme, sana ne oluyor?”.

Pasaportumu geri verdiğinde ve geçmeme izin verdiğinde gülerek “bok” diyorum. Bir gün biri anlayacak dediklerimi ve başıma gelenlerde ben sorumlu olacağım ama en azından bu öküz anlamıyor.

Şirketin ayarladığı taksi şoförü yine pek şen bir şahsiyet çıkıyor (Prag taksi şoförleri ilginç bir şekilde kitap okuyor, gazete okuyor, iyi müzik dinliyor ve genelde neşeli ve kibarlar).

Odamda sigara içiliyor ama bir sorun var, sigaram yok. Otelin marketinde sigara hariç her şey var. Dışarıdaki marketi tarif ediyorlar, o kadar soğuk ki gidemiyorum.

Ertesi sabah cicilerimi giyerek kahvaltıya iniyorum. 8.30’da transfer var. Bir şokla duruyorum, “her yerde kar var”… “Bu ne?” diyorum şaşkınlıkla garson kıza, “it snowed all night” diyor sırıtarak. Ayakkabılarıma bakıyorum, bir kahve içerek botlarımı giymek için odama koşuyorum.

Transfer arkadaşlarım Adam from UK and xxx from Italy… Sabahları gıcık olmama rağmen birkaç sohbet konusu atıyorum, tık yok. İçimden söyleniyorum, dışımdan susuyorum.

My dear Carol her zamanki gibi durmadan konuşuyor. Ve ilk ajans geliyor. Ve sonra ikincisi, sonra üçüncüsü, sonra dört, koyunları saymaya başlıyorum Allahtan yanımda Eva oturuyor, asabi bir kişilik kendisi, ortamı hep gergin tutmayı seviyor. Yaklaşık birkaç saat Eva ile oda sıcaklığı ayarlama oynuyoruz, o soğuğu açıyor ben yerimden kalkıp sıcağı. En sonunda dayanamayıp sıcak bir ülkeden geldiğimi söylüyorum. Öldürecekmiş gibi bakıyor ama şanslıyım Carol da üşüyor.

Öğle yemeği yağlı ekmek üzeri jambon ve mozeralla. İtalyan kıza bakıyorum, pantolonu yamalı. Arada kulağını karıştırıp değişik şeyler çıkarıyor. Saçlar taranmamış ve yağlı ve kepekli. Fransız oğlan İngilizce konuşamıyor ama her lafın içinde. Adam from UK İngiliz aksanıyla az ama öz konuşuyor.

Her ajanstan sonra değerlendirme yapıyoruz. Hepsinin yaptığı işler birbirinden kötü ama her ajansta bir tane çok yakışıklı kişi var, içimden buna göre mi değerlendirsek felan diyorum…

Time is up. Hadi yemeğe gidiyoruz diyorlar, saat olmuş 18.30. Ben otele gidiyorum, yolda sigara almam lazım. No euro no euro diyen satıcıya da gülerek küfür etmek suretiyle odama gidiyorum…

Devam edecek…

27 Ocak 2011 Perşembe

Zaman, kahpe zaman... Yaşlı ve şişko bir kadın olmaya doğru...


Boğa burcu –hoş yılanın gelmesiyle Koç olduğum söyleniyo- güzelliği sever. Güzel olan her şeyi sever. Bence en az aslan burcu kadar severiz kendimizi.

Boğa burcu hatunları da genelde fiziksel olarak da fena olmaz. En azından tanıdığım tüm boğa kızları güzelce idi, ben de dahil.

Üstelik ben ekstra şanslıydım. 32 yaşına kadar deli gibi yediğim tatlılara, içtiğim sigaraya ve çok az spora rağmen bir şekilde idare ediyordum.

Ama zaman tersine işlemeye başladı bir kere….

3 senedir kendi çapımdaki kilo almalarım had safhaya ulaştı. Geçen sene panikle gittiğim diyetisyende ortaya çıktı ki ben zaten günde en fazla 2.000 kalori alıyorum. Ama “ayyy sizin metabolizmayı hızlandırmak lassıımm” dediğinde, 2 ay sonra metabolizmamız hızlansın diye 1.5 kilo almışız.

Bu sene bu konuya öküz duyarlılığında yaklaşma kararı aldım. Kabul ediyorum, ben mutluyken kilo verenlerdenim. Bakalım ne olacak dedim.

Sonuç: Gıdı yaptım. Bildiğiniz Demirel gıdısı. Göbeğim, gömleklere sığmayan ve nefret ettiğim yeni cüssem, hiç birinden söz etmiyorum.
Yüzümde çizgiler oluşmaya başladı. Ve en beteri yaşımı belli etmeye başladım.
Benim gibi bir güzellik düşkününe yapılacak şey miydi bu ey zaman….

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...