29 Kasım 2008 Cumartesi

Yorgunum dostlarım, yorgunum artık, vefasız günlere dargınım artık....

Geçenlerde anlı şanlı bir üst düzey yönetici, insanların “yoğunum diyerek, hiçbirşeye vakit bulamamalarına sinir oluyorum” demiişş (hem de erkek). Ben de sana sinir oluyorum, ne olmuş?
Adı geçen kişi bildiğim kadarıyla o anlı şanlı kurumda anlı şanlı görevini devam ettirmese de 7 olmasa da 6 sülalesine yetecek bir servetin tam üstünde oturuyor.

Mirasyedi olmayı isterdim, hem de çok. Ama bu sıkıntıları çektikten sonra. Hani biri gelse en .oktan toplantının orta yerinde ve dese ki “Mısır’da bir halanız var mı?” Ben de desem ki “yoo”. O da dese ki “seni senii, varmış ve sana miras bırakmış”. Ben de desem ki "ay inanmıyorum"....
Ama benim filmde çaktığımın Mısır’ında değil ülkemde de bana miras bırakacak bir halam yok. Teyze, dayı, amca, kuzen de kabul ama onlar da yok.

Geçtiğimiz hafta yurt dışındaydım. Gezmek değil bilinen iş durumları. Ama evdeki sorunlardan ayrı kalmak mümkün mü? Büyük operatörlere ne kadar para vereceğimi henüz bilmiyorum ancak benim seyahatlerimden ziyadesiyle memnun olduklarına eminim. “Oğlan hastalandı, oğlan ödev yapmak istemiyor, oğlan antremana gitmek istemiyor, servis şöförünün telefonu nedir, anne Luba teyzemin pişirdiği o şeyden yemeyeceğim, anne ateşim var”.

Bu haftayı sakin geçireceğimi düşünürken, unutkanlığımın kurbanı olduğumu unuttum. Meğer benim Tekirdağında (Neden Tekirdağ? Neden Tekindağ değil? Tekirdağda tekirler mi yaşar? gibi abuk sorulara subuk cevaplara yanıtım olmaması delirdiğimin ifadesi midir?) toplantılarım varmış.

İlk başta sabah gidip akşam döndüm. Hani çocuk beni görsün, “ösledim” olmasın diye. Ama döndüğümde o kadar zaman araba kullandığım için değil çuçuğa, kendime bile hayrım olmadığı kibin, konaklamalı bir programa da katılmak durumunda kaldım. Bu arada molalarda çözülmesi gerekenler aynı haşmetiyle telefonun diğer ucundaydı:
* Oğlan yarışa katılıyor, kim alacak?
Zeynepcim, hani bizimkini alabilir misiniz?
* Mat alınması gerekiyor.
Fundacım bize de alsanız, mümkün mü?
* Bu çantanın içinde ne var?
Aç bak.
* Oğlan bugün ne yesin?
..k yesin? Ne biliyim ben?
* Anne hayatta erken yatmam.
Ama şudur budur...
* Ama beni dinlemiyor.
Luba ne dedim ben sana?

Ful konsantıreyşın tu toplantı....

Dönüş de aynı şenlikte pek tabi...
Sabah kalk 5.00. Kahvaltı hazırla. Hadi giyin. Okula çocuk bırak. Eğitime katıl. Çocuğun yarışını izle. Arada git motive et. Destek ol. Kırık kalbini onar. Empati yap. Yemek hazırla. Rapor yaz. Motive et. Bir sonraki günün programını yap. Ağrıyan dizine ilaç sür. Çantasını hazırla. Maillerini oku. Arkadaşlarınla görüş. Uyumaya ikna et.

“Ve anlaki bu kaosu sen yarattın Ey Cevval Türk kadını. Aferin sana. İş hayatına katıldın da, öncesinde sorumluluklar için bir organizasyon yapaydın bari. Yapmadın mı? Şimdi anca yazarsın”.

Değerli erkek ve de en üst düzey yönetici... Ben sana harbi sinir oluyorum.

Yoğunum ve de hatta yorgunum var mı ulem????

24 Kasım 2008 Pazartesi

Çek Mustafa Çek

Bilen bilir. "Çek Mustafa çek, çek" der Ahmet Kaya bir şarkısında. Ama bu bizim bildiğimiz ya da benim çekecek dendiğinde bile aklıma gelen Çek Cumhuriyeti vatandaşlarını anlatmaz. Halis mulis rakı içmekten söz eder kendisi.

Ancak bugün nedense ben Çek Cumhuriyeti’nden ve insanlarından söz etmek istiyorum.

Bir kez memleket ve Prag inanılmaz güzel bir şehir. Söylenecek tek söz yok, pasta gibi. İnsanlar kibar. Ama çok garip bir itaat anlayışları var. Ellerinde tek bir sabunla bitmek bilmeyen bir ödeme sırasında bekleyebiliyorlar. Benim için mekanı terketme nedenidir öyle bir kuyruk. Ama tek bir uflama puflama olmadan bekliyorlar bildiğin.

Bugün şirketin bir etkinliği için Prag Castle olayına girdik. Tam 40 dk. Soğukta kapıların açılmasını bekledik. Bizim haricimizde (ben, Camelia, İlena) herkes hayatından çok memnundu. Bir tek biz söylendik. Biraz daha uzun sürseydi yürüyemeyecek hale gelecektim.

Memlekette kesin iki kuaför var, ya da buradaki bayanlar saç şekillerinden vazgeçmek istemiyorlar. Şöyle ki en rağbet gören model bizim “aslan yelesi” olarak tabir ettiğimiz güzide çalışma. Nüfusun yarısının saçı öyle. Tabi arada bu modelin modernize edilmişleri de var, ama insana gidip elle saçlarını düzeltme hissi veriyor.

Ayrıca mağazalara bakınca bu insancıkların iyi giyinmesinin imkansız olduğunu anlıyorsun. Kötü giyinmek sanki ayrı bir kültür. O yüzden biz aralarında uzaylı gibi dolaşıyoruz.

İngilizceleri çok iyi değil ama Fransızlar gibi ukalalık yapmıyorlar. Seninle anlaşmak için beden dilini kullanarak çözüm arıyorlar. Bu bana bir arkadaşımın yengesinin “Trauder, Trauder, guluguluguk” diyerek, eve gelen Alman geline “yımırta yer misin Trauder yenke” demesini hatırlatıyor ama kibarcası. Biraz da asık suratlılar ama... Özellikle “du yu sipik inglish” diye sorduğunda konuşamayanlar feci bozuluyor. O nedenle en iyisi şehrin eski kısmında dolaşmak. Turistik bir mekan olduğu için herkeş ingilizce biliyor.

Metrolarını da çözdüm çok şükür. Ama tek kelime ingilizce olmadığı için kendimi ne zaman şehrin en uç noktasında bulacağım en ufak fikrim yok. Bir de metrodaki yürüyen merdivenler yürüyen merdiven değil, bildiğin uçak. Ferrari kadar hızlılar.
Taksi şöförlerinin yarısından çoğu pek neşeli. Arabada şarkı da mırıldanıyorlar. Bu arkadaşlar euro kabul etmiyorlar (bazı restaurant ve kafelerde oldu gibi). Öyle mi yav İstanbul’un taksileri. Capon yeni bile alırlar valla.
Beni havaalanında karşılayan taksiciye, bekle ağabey bir sigara içiyim dedim. Benim arabamda içebilirsiniz dedi. Abinin arabası audiymiş üstelik. Gevrek gevrek güldü yol boyunca.

İki seferdir aynı otelde kalıyorum. Geçen sefer resepsiyondaki abla bana otelin “nan sımokink” olduğunu söylemişti. Ben de az sigara içip kriz anlarında kapı önünü kullanmıştım. Hatta bir hafta hasta yatmıştım döndüğümde.
Bu sefer 7. kattaki odama girdiğimde otelle ilgili bilgileri daha detaylı okudum. Neymiş efenim “limited smoking room” varmış. Hemen resepsiyonu aradım. Dedim bööle bööle. Tamam odanızı değiştirelim dediler. “Peki” dedim, “geçen sefer hasta olduk, bunu kim ödeyecek, sorumluluları bulun bana”. Tabi demedim. Mutluluktan aklımı yitirecektim. Şu anda da bu yazıyı odamda tüterken yazıyorum.

Görüldüğü üzere, kafam karışmış benim. Bir dahaki sefere kuru kafa merakına değineceğim.

31 Ekim 2008 Cuma

CUMHURİYET HÜRRİYET DEMEK

Sabahtır dilimde tek şarkı. Oğlandan öğrenmiştim. O da anaokulunda öğrenmişti. Biraz da yanlış söylüyorum ama şöyleydi sanırım;
“Cumhuriyet hürriyet demek, Cumhuriyet özgürce yaşamak, Cumhuriyet, mutluluk demek, Cumhuriyet kolkola yürümek”. Tam altı yaş çocuklarının anlayabileceği yalınlıkta, net, güzel.
Sanırım benim de beynim artık sadece basit şeyleri algılıyor ve istiyor.

Geçen yine ağzında bir marşla geldi: Dumlupınar. Ben de eşlik edince şaşırdı: Aaa nerden biliyorsun? Ne ilginç, ben de annemin zamanında çocuk olduğunu hiç düşünemezdim. O sanki o şekilde doğmuştu, anne olarak... Geçen gün de “ben cumhuriyet çocuğuyum” dediğimde, “sen çocuk olamazsın, sen cumhuriyet kadınısın” demişti.
Benim yımırtadan çıkmadığımı, öğrenci olduğumu ve o zaman da aynı marşları söylediğimizi duyduğunda aynı malum tepkiyi verdi: “A?”. (Bu hızlı okunan bir “a”, öyle “aaa” diye uzatmayacaksın. Şaşırınca “a” diyeceksin olup bitecek.)

Sonuç olarak “çayır çimen gezeee gezeeee, oldum ben bir gevezeeee” türküsünden sonra ortak söylediğimiz bir de marşımız oldu: “Dumlupınar, Dumlıpınar, ne de şirin bağların var”. (Bu arada bunlar bağı bayrak diye anlamışlar. Hepsi “ne de şirin bayrağın var” diye bağrışıyorlar).

Cumhuriyete geri dönersek, İstanbul’da yaşayan bir daşralı olarak, törenlere, kutlamalara kolay ulaşamamaktan dertliyim. Bizim memlekette beş bilemedin on dakikada tören alanına ulaşır, oturarak, bayrak sallayarak adam gibi izlenir. Törenlere gitmek neredeyse her ailenin bayramlık ritüelidir. Hani “aman küçük yer, başka ne eğlence var” konusu değil. Her sene aynı şey, ne eğlencesi olabilirki zaten, ama amaç bayramı kutlamaktır.
Babamın bana üzerinde gülen bir yüz olan kocaman sarı uçan balonu aldığı Cumhuriyet Bayramını hiç unutmam mesela. O gün “Cumhuriyet daha bir mutluluk demek” olmuştu.

Akşamları Fener alayını izlemeye giderdik yine beş dakikada. Her milli bayramın vazgeçilmeziydi Fener alayları. Mesela benim oğlan “alay”ı arkadaşlara yapılan ama kendine yapıldığında gıcık olunan şey olarak biliyor.

İstanbul’da da boğazda pek bir görkemli oluyor kutlamalar. Vatan caddesindeki törenlere gidebilmek henüz nasip olmadı, hala cesaret topluyorum. İnşallah önümüzdeki senelerde. Bomba mı patlar, kalabalıkta fenalık mı geçiririm, trafikte mi kalırım, kaç kilometre yürürüm konusunda terapilerim bitince gidiceğiz.

Ama bu sene bir arkadaşım sayesinde ilk defa havai fişek gösterisini izleyebildik.
Olay şöyle gelişti. Kızcağız boğazı iyi gören alanlardaki restaurantları tek tek aradı (çoluk çocuk dışarlarda sefil olmayalım diye) Bir tanesinde yer bulundu, rezervasyon yapıldı. Yarım gün öncesinden yola çıkıldı. Arkada bir büyük, dötünde pire olan üç çocuk, sıkış tepiş ulaştık mıntıkaya. Önce bir çay bahçesinde bilumum çay ve kahveler tüketildi, çocuklar parkta böövveaaa diye çığlık atarak koşturdular, sonra restauranta geçildi. Aradaki mesafede bendeniz yanlarında köpekle tahminen kontrol yapan askerleri gösterip “bak oğlum askerler köpee gezdiyorlar” dedim (köpeği değil, basbayağı köpee). Bizim Mehmetcikler sanki Nişantaş’ta fino gezdiriyorlar. Diğer anneler arasında “alay” konusu olmak suretiyle, bizim gelmemizle tüm sukunetini yitiren alana adım attık.

Çocuklar saat 18.30 itibariyle “havai fişek gösterisi ne zaman başlayacak diye mızlanmaya başladılar. Allahtan oyun odası-yemek, oyun odası-çiş, oyun odası-psp, oyun odası-kalamar tava arasında bolca vakit geçti. Sonuç olarak muhteşem gösteri tam zamanında başladı. Herkes mutlu, ortalıkta “ulem tam 48 bin havai fişek” atılıyormuş nidaları arasında gösteri izlendi. Masamız harika bir yerdeydi, bu nedenle harika bir yer bulamayıp önümüze gösteri izlemek için gelenleri aşağılayarak kovalamak zorunda kaldık.
Çakırkeyifliğin bir adım ötesine geçmiş bir agabey garsondan 10. yıl marşını çalmasını istedi. Garson bizde yok deyince hesabı ödememekle tehdit etti ve nedense birden marş bulundu ve çalındı. Çoluk çombalak el çırparak marş söyledik. Benim sinirlerim bozuldu. Tamam güzel marş da 85. yılda hala 10. yıl marşıyla idare ediyoruz. Neyse.

Şaraplar, kahveler derken, son bir kez tuvaletlere gidilip arabaya binildi. Ufaklıkların dötlerdeki pireler arada yavrulamış, o nedenle ekstra rahatsızlık vericiydiler. Trafik kabustu. Kavga falan ettik. Bir iki saat önce gözleri dolu dolu olarak marş söyleyen Cumhuriyet kadınları yerini “terbiyesizlik etme beyefendiii” diye bağırışan hatunlara bıraktı.
Eve döndük, Avrupa yakası bitmemiş sevindik...

12 Ekim 2008 Pazar

ŞAŞIRRDIIMM

Yaşını öğrendiğimde şaşırdım
Boyunca oğlun olduğunu öğrendiğimde şaşırdım
İçindeki yaşam coşkusunu görünce şaşırdım
Oğlumun o kadar insan arasında seni daha fazla sevmesine şaşırdım
Şakalara hep gülmene şaşırdım
Bizi ailecek davet ettiğin balıkçıda o keyifli sohbete şaşırdım
“Hastaydı, gitti” dediler
Bu kadar erken olmasına şaşırdım
Ya öyle işte abi, ben seninle ilgili herşeye şaşırdım.

29 Eylül 2008 Pazartesi

SİZE "ŞEKER" DİYEBİLİR MİYİM?

Çocukken Şeker Bayramı içimin derin bir mutlulukla kaplanmasına neden olurdu. Pek tabi Kurban Bayramlarında (bu konuya ilgili bayramda ayrıca değinilecektir) da şeker, çikolata dağıtılırdı ancak sanki Şeker Bayramlarında dağıtılanlar, adından olsa gerek daha bir pek çoktu...

Karnım ağrıyana dek tatlı yerdim. Hatırladığım en güzel bayramlar hep bahar ve yaz mevsime dair olduğu için de hazırlanan bayramlık giysiler yaz modasına ayrı bir uyardı. Hele eflatun renginde bir elbise diktirmişti ki annem bir bayram, önünde de beyaz önlüğü vardı, hala dün gibi hatırlarım. Beyaz önlüğü bayramın ilk günü öğlene kadar giyebilmiştim (çikolata, vişne ve çimen lekesi lekesi olmuştuJ ve o dönemde ööle her türlü lekeyi çıkarmak mümkün olmazdı).

Yaş erdi kemale. Artık bayramlarda “heyyooo tatil” kot giyiyorum. Kendi deyimiyle “ben küçük bir çucuğum” bile bayramlık nedir bilmiyor. Hoş bilse mi bilmese mi iyi? Bu memlekette olan bitene ne kadar geç aysa o kadar kârdayız.

Zaman geçtikçe zekamız sıfırlanıyor zira... Neden mi? Her sene aynı şey. Her sene aynı hatta birbirinden kabus sorular yöneltiyor gazetelerin “Özel Ramazan” sayfalarına. Perşembenin gelişi Çarşambadan belli oluyor yani.

İşte bazı yazı başlıkları ki, içeriklerine değinemeyeceğim. Şeker Bayramı mı, Ramazan mı tartışmadan önce bence IQ testi yaptırmak lazım. İki nokta altaltalardan sonrakiler kendi yorumlarım ve yanıtlarımdır. Layıkıyla oruç tutanları saygıyla selamlıyorum.

ALKOLLÜ İÇKİ SATMAK ORUCU BOZAR MI?: Evet, hatta çok bozar. Satanları daşlamak lazım (dışlamak değil, bayağı bildiğiniz daş).
REFLÜSÜ OLANLAR RAMAZANDA BAKLAVA YERİNE PUDİNG YEMELİ!: Ekmek yerine de pasta yiyelim mi?
KALBİNİZİN SESİNİ DİNLEYİN: Peki. Yüreğimizin götürdüğü yere de gidelim mi?
ANJİYO YAPTIRMAK ORUCU BOZAR MI?: Evet. Hatta aç olduğunuz için başka şeyleri de bozar. Mesela verilen ilaçların kalitesi düşer:-))
SU SÖKÜCÜ VE TANSİYON DÜŞÜRÜCÜ İLAÇ KULLANAN KİŞİLERİN ORUÇ TUTMASI SAKINCALI: Tansiyonun tavan yapması kötü birşey mi?
GÖZ DAMLASI ORUÇ BOZAR MI?: Bozar. Görmeden dolaşınız.
ORUÇLUYKEN DURUŞMADA YALAN SÖYLEYEBİLİR MİYİM!: Tabi. Hatta sadece oruçluyken değil, tüm hayatın boyunca söyle. İçimden sadece “seni şerefsiz seni” demek geçti.
DİL ALTI HAPI ORUÇ BOZMUYOR: Bir dil altı hapı kaç kalori?
ORUÇ TUTMAK BASURUN AZMASINA NEDEN OLUR MU?: İşte ağız ve dötün karışmasına güzel bir örnek.
TOKLUK BANTI İLE ORUÇ: Rejim de yaparım öbür tarafta kariyer de.
YAŞLILIK ORUÇ TUTMAYA ENGEL DEĞİL
YAŞLILAR DOKTORLARINDAN İZİN ALMADAN ORUÇ TUTMAMALI!: Bu ne yaman çelişki anne...
RAMAZAN BİR DETOKS FIRSATI OLABİLİR: Nişantaş kızlarına yönelik hazırlanmıştır.
NİKOTİN BANDI ORUCU BOZMAZ: Herşeyde hile hurda.
İFTARDAN SONRA AĞIR SPOR YAPMAYIN!: Sıkıysa sen yap.
ORUC BOZMADAN BAŞ AGRISINI GİDERME YÖNTEMLERİ
ÇORLU ŞİFA HASTANESİNDEN ORUÇ BOZMADAN BAŞ AĞRISINI GİDERME YÖNTEMLERİ: Çorlu Şifa hastanesini dinleyin.
KEMOTERAPİ SIRASINDA ORUÇ TUTMAK YASAK: Aaa?
PARKİNSON HASTALARINA ORUÇ UYARISI
ORUÇ STRESTEN UZAK TUTUYOR: Deermişim. Peki trafikte birbirlerini boğanlar ne tutuyor?

19 Eylül 2008 Cuma

Türküleri sevelim, koruyalım, orman ne güzel ah ne güzel!

Türküleri severim. Güzeldir türkülerimiz. Tıneyçlik döneminin Türk müziği dinlemem krizleri bittikten sonra keşfettim türküleri. Hatta ben Türkü gördüm. Ve keşke daha önce göreydim diye de üzüldüm.

Türkülerimizde, folklorumuzda Anadolu insanının yaşayışını çok net görebilirsiniz. Doğu Anadolu’nun ağıtları, kadın erkek yanyana dans edişleri doğaya karşı bir mücadeleyi de gösterir. Şöyle de açıklayabiliriz; Adamcayizlar bakmışlar bir taraf dağ, diğer taraf verimsiz, çorak toprak, hava soğuk, töre kabusu var. E ne yapsın? Çiftelelli mi oynayacak? Basmış ağıtı...
Ege daha bireyseldir mesela. Karadeniz yöresinin tınısı ve hareketleri size hamsiyi hatırlatmıyor mu?

Bir de Batı Karadeniz türküleri vardır ki, pek çoğu güzel olmasına rağmen sözler itibariyle insanı dehşete düşürebilir.

Mesela: “Ev altında malaklar, Ahmet Yıldız’ı kovalar, Eğer tutabilürse, Saçını da başını yolaklar. Sapı samancık ettük, Yükü tamamcuk ettük, Yabancılarıy Yıldızı, Ahmet’e gelin ettük.
Meali: Yıldız çevrede pek tanınmayan bir arkadaştır. Ahmet gözünü ona dikmekle kalmayıp, peşinden de koşmaktadır. Saç ve baş yolma olayı mecazi anlamda da kullanılmış olabilir.

Bir başkası: Dallarda yeşil yaprak, Kirazlar tabak tabak, Kavuşalım sevdüğüm, Sonumuz kara toprak. Rakı iç benim için, Ölüyom senin için, Böyle sevda mı olur, Sen de öl benim için
Meali: Sana rakılı, kirazlı bir gelecek vaadediyorum. Eğer sen bir an önce poponu kaldırıp bana gelmezsen iş işten geçmiş olacak. (Acaba RTÜK şimdi bu rakı kısmını değiştirir mi?). Önerim “boza iç” olacaktır.

“Alaplı’nın üstünden karga geçiyo karga, Gız ben seni almeycam, Dalga geçiyom dalga, A benim söm söm yarim, Bi yolcuk öpsem yarim, A benim altın dişlim, Yanıyo benim için”.
Meali: Çelişkilerin insanıyım.

Bunun haricinde “Zonguldak’tan gelir maden kömürü, Allah genç kızlara versin ömürü, Çaycuma’dan gelir Arap hurması, Bartın’dan çıkar kızın yosması”, gibi sözler vardır ki, ilkokul yıllarında bu sözler eşliğinde foklor oynamışlığım vardır.
Allah’tan pek meşhur değildir bizim yörenin türküleri. Yoksa bu sözleri okuyanlar hakkımızda ne düşünür?
Bir başka türkü yazısında buluşmak üzere.

Dumansız Hava Sahasında Bir Fırt için 62 Küsür YeTaLe Vermeye Razı Olanlar

Enerjiye inanırım, özellikle seyahatlere giderken “birşey unutacağım” enerjisinin gücünü mutlaka uygulamalı olarak yaşarım. Oysa yakın arkadaşlarım bana “Tedbir Aybeni” der. Çantam hep valiz kadardır ve içinde ilk yardım malzemesi bile bulunduğu olmuştur.

İşte bu Tedbir Ayben’i son seyahatinde seyahat sigortasını ofiste unuttu. Yaban ellerde başıma bir iş gelir diyerek, uçak da bunu almadan gider diye korktuğu için sabahın yedisinde ofiste hazır bulundu. Tabi o saatte yola çıkan biri tüm İkitelli trafiğine rağmen 11.20 uçağı için 08.00’da havaalanında olabiliyor.

Kahve ve sigara için bolca vaktim olduğunu düşünüp mutlu oldum. Biran önce check-in’imi yaptırdım, pasaport kuyruğundan geçtim (neden her pasaport kontrolünde sıra bana geldiğinde görevli polis değişir ve ben neden “ya bu arızaysa” diye korkarım bilmiyorum).
Büyük bir mutlulukla içeri süzüldüm, hemen bir frişop turu ve çay-kaave-sigara. Ve daaann acı bir gerçek....

Sigara yasağının en acı uygulandığı ülkelerde bile bir şekilde sigara içecek bir alan bulunur. Bizde öyle mi ya? Dumansız hava sahasından anladığımız tek şey, havaalanlarının dumansız olmasıymış. Hemen eş/dost/yakınlar aradım. En son uçak yolculuğu yapanları özenle seçtim ve hepsinden aynı yanıt: “Hiçbiryerde sigara içilmiyor”...

Ne güzel! Saat henüz 08.15 ve uçağa 3 saat var. İnandım mı dediklerine hayır. Hemen Divan’a yöneldim. Kocaman bir alan. Oturdum, kahvemi söyledim ve garsonla aramızda şu gereksiz diyalog geçti:
- Burada sigara içiliyor mu?
- Hayır efendim.
- Hiç mi içilmiyor? (bu salağa yatıp bir izin koparma sorusu gibi geldi ama yine de kendimi çoook salak hissettim). Hani bir iki nefes de olsa?
- Hayır.

Güzel. Sağlığımızı ne kadar düşünüyor devlet büyüklerimiz. Hormonlu mevya sebzeleri yedirirken, çayları içirirken iyi ama. Ayrıca burda benim ruh sağlığım önemli.

Bir kahveden sonra kös kös mekandan ayrıldım.

Evreka...

Online check-in deskindeki bayan bana CIP kartı vermişti. Mutlaka orda birileri içiyordur dedim. Tabi ve tabi hayır.
Israrla yanımdan geçen garsona sordum. O da pek bir dert yandı, müşterilerin zorluk çektiğini felan anlattı, hatta bayana dek anlattı. E kardeşim madem yanıtın olumsuz ne yoruyorsun beni yav? Zaten canım sıkkın.

Kahve, sakız, elektronik sigara, sakız, gofret...

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim, Arabistan’daki CIP bile bizimkinden daha Avrupaidir. Tuvaletlerdeki inek yalağı çalışmaya da ekstra gıcık oldum.
Sigara yasağı ve üzerimdeki etkileri ile birleşince oranın mimarları, yönetimi, pek çok kişiyi ve ailelerini sevgiyle andım.

Neyse baktım yapacak birşey yok, madem bu kadar erken geldin uçağı kaçırma bari dedim, ve Gate No: 215’e yöneldim. Oturdum, bekledim, bekledim. Boarding time geldi, geçmek üzere, tuvalete gittim, bekledim. Sonra uçak yanaştı ve kapı açıldı. Kız tiz sesiyle “Belgrad uçağı” dedi. Ulem ben oraya gitmiyorum ki. Ekrana bir baktım bizim Geyt değişmiş ve havaalanının diğer ucunda.

Ucu ucuna yetiştim, kalbim ağzımdan fırlamak üzereydi. Yanımdaki laptop’u sinirle önümde aheste beste yürüyenlerin kafasına geçirmek istedim. Ama bu salaklığı nikotinsizlikten yaptığıma eminim. Ve birilerinin kulaklarını çınlatarak, birilerinin de üzerine basarak yerime oturdum. Sigarız geçecek bir 2.5 saate “selam, naber lem?” dedim. O da bana dil çıkardı...
Bir Türk Prag'ta Klasik Müzik Konseri'ne giderse...

Klasik müziği ve konserleri çok severim. Özellikle Avrupa'daki konserler, konseri izlemeye gelenlerin giyimleri, özenleri ve ilgileri beni ayrıca etkiler. Bu sene Prag Güz Festivali'nde güzel bir konsere gitme olanağı buldum. Ancak sinirlerim mi bozuktu, ben mi bir hoştum, müzik dinlemenin yanı sıra aklım hep muzurluğa gitti. İşte bu kapsamda konser sırasında düşündüklerimi yazdım.

Şimdi ilk evela bando yerini aldı. Aaa bir baktım ki bizim çocuklar. Ben bunların çoğunu geçen seneden tanıyorum.
Baş kemanist :-)) yine malum yerine oturdu. Obua çalan yakışıklı çocuğu bu sene pek bir arkaya atmışlar, üzüldüm. Dedim ki "sen de anca çal". Demek ki daha küçük bişiler çalarak mobil olabilir ve gerilerde kalmayabilirmiş insan. Üflemeli ve vurmalı iri çalgılardan hiiç sözetmeyeceğim.

Orkestra şefi bir geldi, amanın, eller bizim sekizlik bebe kadar, boy 148 cm. Bir eda bir hava. Siyah uzun saçlı, hafif pörtlek gözlü. Smokin bile giymemiş, "böyle şef mi olur" diye söylenirken zaten adam'ın aslında Jazzcı olduğu ortaya çıktı. Kadro boşmuş, yatay geçiş yaptırmışlar (yani bence öyle). Zıp zıp zıpladı. Bir ara "biri mi konuşuyor, aaa ne ayıp" diyecek oldum, abi kendini kaybetmiş notaları söylüyor. Kısacası konser sonunda nirvanaya mı ermişti, yoksa orgazm mı olmuştu anlamayamadım ama bişi oldu.

Herkeş yapıyor diye biz de ellerimiz patlayana kadar alkışladık. Çekik gözlü yeni bir kemancı almışlar bandoya, ucuza kapattılar kesin. Biz Romen PRcı ile 3. sırada oturuyorduk, dolayısıyla tüm aktivitelere hakimdik. Abi tüm gece kızları kesti, bir de yanındakiyle konuştu. Nasıl karıştırmadı notaları bilemedim, kendisine sık sık "oğlum önüne bak" diyesim geldi. (Bu arada my peer Camelia çok tatlı bir hatun. Ama hangisine iyi davranacağıma Slovakya prcısı görünce karar vereceğim.) Onun dışındakiler tipik kırmızı burun ve yanaklı Çek müzik insanlarıydı.

Bir ara sahneye bizim altın kızlar tadında dört hatun geldi. Hepsi keman çalıyor, Bond'un uzun elbise giyenleri. İçlerinde en itibar gören sarışın uzun saçlı olandı. Biri pek itilmişti, diğeri pek evde kalmış portresi çiziyordu. Dördüncü de eskiden daha güzel ve seksi olmasına rağmen yıllar itibariyle sarışın yeni yetmeye koltuğu kaptırmış görünüyordu. Sarışınla şef arasında birşey olabilir gibi geldi. Bilemiyorum tabi.


Sonra kokteyl kısmına geçildi. Ben uzun etek pantolon arası birşey giymiştim, gece boyunca paçalarıma bastım. Tuvalete girmemeye özen gösterdim.


Bu sene son seneleriymiş bu sponsorlukta. O kadar mutluyum kiiiii....

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...