31 Ağustos 2011 Çarşamba


“Ne içindesin çemberin, ne de dışındasın” bu olsa gerek.
Yaş aldıkça kendine ait değer yargıların daha da sivriliyor. Evet, iyi bir ebeveyn olmak istiyorsun ama yeni nesli anlamadan da gittikçe güçleşmeye başlıyor. Tıpkı zamanında annenin seni ve arkadaşlarını anlamadığı gibi.
İşin kötüsü artık anneni ve babanı da anlamamaya başlıyorsun. Aslında mutabık olduğunuz tek ortak nokta çocuk yetiştirmenin ne kadar zor, ama çocukların ne kadar değerli olduğu. Oysa yöntemler çok faklı. Onlar hala kendi yöntemlerinin doğru olduğunu savunurken, yaptıkları hatalarda büyüklerini suçlayarak içlerini ferahlatmaya çalışıyorlar.
Senin kalbinde açılan kesikler pek tabi unutulmuyor ama o kadar özenle, sürekli iletişimle büyütmeye özen gösterdiğin çocuğunun da sıkça mutsuz oluyor, hem de oyunda yenilmek, istediğinin olmaması gibi sudan sebeplerle.
Annen seni anlamıyor, annen çocuğunu anlamıyor, sen anneni anlamıyorsun, çocuğun anneni ve seni anlamıyor. Ama aynı zamanda üç nesil ortaya karışık iyi bir aile olmaya çalışıyorsunuz… Bir şekilde başarıyorsunuz da.

14 Ağustos 2011 Pazar


İTÜ standartları yurt dışı tatilini gerektirirmiş ama biz Kıprıs’la yetinmek zorunda kaldık…

Her yaz tatili su kaydırağı bulma telaşıyla başladığı için, Acapulco’nun kaydırakları da güzel göründüğü için tam pansiyon olmasına rağmen (Can’la “her şey dahil”e gitmemek çılgınlık zira) bu mekanda karar kıldık.

GÜN 1

Haddinden fazla “sağlayan” taksiden kendimizi nasıl attık bilemiyoruz. Odamızı hemen verdiler, seviniyoruz. Ama bu sevinç çok kısa sürüyor. Ana binada değil oda. Hatta olabilecek en uzak noktada. Deniz Manzaralı oda istemiştik, ağaçlar üstünden minik bir manzara. Feci bozuluyorum. Eşyalarımız taşıyan görevli bu yeni yapılan binayı öve öve bitiremiyor. Sanki otelin mimarı o.

Söylenmeye başlıyorum. Oda nem içinde, yataklar dahil. Resepsiyon birini gönderiyor, gelen kişi saçma sapan açıklamalar yapıyor. Nece konuşuyor pek de anlamıyorum. Banyonun kapısı kapanmıyor. Kapıyı kilitliyorum, hoop içeride mahsur kalıyorum Ter akıyor, daha gelir gelmez kendimi otel tarihine “salak” olarak yazdırmak üzereyim. Can dışarıda talimat veriyor, bense ağzımda küfür geveliyorum.

Uzun uğraş sonucu kapı açılıyor ama boncuk boncuk terler dökülüyor yüzümden. Alelacele hazırlanıp havuza iniyoruz. Gerçekten iniyoruz ama. Hani inmek budur. Uzun upuzun bir yol, yolda bir başka binanın inşaatı ve çalışan işçiler. Bu şaka mı derken havuzda buluyoruz kendimizi. Neyse oturacak yer olduğu için fazlaca mızıldanmadan Can kendini havuza bırakıyor. O sırada bin bir iş konuşması vs.
Anlıyorum ki sadece otel müşterileri değil, dışarıdan da insanlar geliyor otele günübirlik. Gideceyyis, geleceyiis,ne yapacayyıss, annem sıcakladın? şeklinde değişik bir tonlamayla konuşan bir sürü insan.

Bu sefer beklediğimden çabuk sıkılıyor Can efendi. Kaydıraklar poposunu acıtıyormuş, insanlar sırayla kaymıyormuş. Denize gidiyoruz. Ne kadar güzel. Demişlerdi de inanmamıştım, harika bir sahil. Yalnız bir sorun var, su sıcak.

Öğlen restauranta gidecek gücümüz olmadığı için hemen sahil kenarındaki kafede yemeye karar veriyoruz. Bir pide ve hamburgere 50 TL veriyoruz. Bu arada uzun süre beklediğimiz hamburgerin içinde köfte yok. Hışımla ayağa kalkıp fırça çekiyorum. Çocukcayyıslar daha sonra kendilerini affettirmek için karpuz falan getiriyorlar. Saat 15.00 civarında sahilden ayrılıyoruz. Can’a diyorum ki; bir fikrim var ama sen sakın ağzını açma, odamızı değiştireceğim. “Ben dayanamam ki konuşmadan” diyor, “o zaman kapıda beklerim anne”. Peki diyorum resepsiyona yöneliyorum.
Aritmim olmasından tutun da, çocuğun eşyasını unuttuğum için iki kez odaya gitmek yani o yokuşu tırmanmak zorunda kalmama kadar trajik bir hikaye, ağlamaklı bir yüz ifadesini bayılacak gibi oluyorumlar takip ediyor. Bir odadan söz ediyorlar ana binada. Görüyoruz, bundan iyisi olamaz. Hatta otelin en iyi odalarından biri. Alelacele bir araba veriyorlar, diğer binadan eşyalarımızı topluyoruz. O oda da Mehmet Ali Erbil kalmış, yüklü miktar bahşişi koparan şoför anlatıyor gevrek gevrek.

Akşam yemeği, Uno ve her türlü kart oyunu, Can’a kaptırılan jetonlar, Casino’nun önünden merakla geçmeler ama içeri girememeler. Yorgunuz, uyuyoruz.

GÜN 2

Kahvaltı ve deniz. Ve denizde bir sürü oyun. Aklımı yitireceğim bu animatörlük konusunda.

Çok mutluyum, Kıprıslılarda göbekli. Hatta bende olmayan fazlalıkları da var. Kendimi alamıyorum onları izlemekten ve dinlemekten.

Girne’ye inmeye karar veriyoruz. Otelin aracına biniyoruz. Sanırım dönüş saatini yakalamamız imkansız.
Girne’ye iner inmez bir smack down kartı ve oyuncak arama işine giriyoruz. Sinirlerim bozuluyor. Sahilde ve marinada dolaşıyoruz. Şeftali kebabı yememiz lazım. En iyi yer Niazi’smiş. Buluyoruz. Kucağıma çıkacak kadar samimi ve bağırgaç bir kedi geliyor yanımıza. Can kedi aç diye bunalımlara giriyor. Ufak çaplı bir kriz, şeftali kebabı ki beğenmediğimi söylemeliyim, alışverişe devam isteği. Ama dükkanların çoğu kapalı. Gözlerime inanamıyorum, nasıl olabilir, saat daha 20.00. Sonra bindiğimiz taksici anlatıyor, erken kapanırmış Girne’de dükkanlar. Can yine oyuncakçıları soruyor. Orada oyuncaklar bir milyoncu gibi dükkanlarda var. Mr. Pound diye bir yerin adresini alıyoruz.

Akşam yine aynı terane. Kart oyunu ve uyku.

GÜN 3

Sabah aynı başlıyor. Denizde tenis oynamak… Allahtan deniz biraz dalgalı da, Can biraz daha fazla eğleniyor. Bugün aksi gibi zayıflar türemeye başladı etrafta. Hepsi İngiliz. Elimle işaret ediyorum, bu tarafa gelmeyin diye.
.
Gündemde yine Girne var. Gitmezsem Mr. Pound lafından kurtulamayacağım. Ama bu sefer dönüşte otelin otobüsünü yakalamaya niyetliyim.
Dünya yol yürüyoruz. Söyleniyorum Can’a. Mr. Pound denen tahmin edildiği üzere bir milyoncu. Daha doğrusu 4 liracı. Bir sürü mağaza geziyoruz, ama hepsi salak smack downcu bulabilir miyiz mağazaları. Can daha fazla yer gezmek için taksiyle dönmek istiyor. Aklımda diğer mağazalara da bakmak var kendim için ama zaman yok. Can efendi “hayır”dan anlamadığı için ufak çaplı bir kriz yaşıyoruz. Ama benim dediğim oluyor. Zaten Girneye gidip smack down kartı aramaya bir benim gibi embesil ok derdi sanırım.

Akşam yemek, oyun, çocuk diskosu, animasyon şov. Sandalyemde kırmızı bir uçan balonla otuyorum gece boyu.

GÜN 4

Bugün Can’ın doğum günü. Dün Girne’den aldığım mutlu yıllar süsünü asamıyorum hiçbir yere. Yere seriyorum. Sevindi mi anlamıyorum.

Dün akşamdan pastasının siparişini vermiştim, nerede kesileceğine karar veremiyorum. Kalabalık bir yerde kesilsin istiyor pastası. Aklıma animatörlerle konuşmak geliyor. Ahmet adında gözleri başka tarafa bakan şef “tabi” diyor. Zamana karar veriyoruz. Yemekten sonra çocuk diskosunu bir kez daha izlemek zorunda kalıyoruz.

Bebeler yeterince kurtlarını döktükten sonra Can sahneye davet ediliyor. Doğum gününde dilek tutmuyor, aklına gelmiyormuş. Animatöre “o var, bu var” derken herkes gülüyor. Neyse en sıkıcı kısım bitiyor. Sonra şu yorum geliyor kendisinden; “birkaç hafta daha kalalım, henüz tanınmaya başladım”.

“Dans edelim mi” diyorum, “olur” diyor. İlk defa oğlumla diskoda kısa da olsa dans ediyoruz.

GÜN 5

Dönüş günü. Gün rutin geçti. Bir akşam öncesinin yorgunluğundan fazla dolanmadık etrafta. Malum yol yeterince uzun. Ve hava “home sweet home” havası.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bakıcı Krizinde Farklı Bir Açılım: A Kocaali Story

Maya gitti. Ondan sonra gelen asık suratlı kız aynı zamanda pis ve dağınık da çıktığı için bir arkadaşım vasıtasıyla başka birini buldum. Adı Duygu…

Hatun, daha ilk işe başlayacağı gün, daha önce geldiği evin yolunu bulamadı, yollarda ağladı falan. Taksi gönderdim aldırmaya, salya sümük, kafam bulandı ama “aman boş ver” diyorum. İstanbul’da yaşayıp bu kadar dünyadan bi haber olmak ayrı bir şey sanırım.

Maya, gitmeden bizi ziyarete geldi, kıskançlık krizleri geçirdi yeni kız, “herkese beni Maya gibi severler mi” falan diye soruyor. Arada benden giysi istiyor, kaşla göz arası Maya’nın telefonunu almış onu arayıp duruyor, yalan yanlış bişiler söylüyor. Ama ben ısrarlıyım ki bir daha bakıcı aramayacağım.

Annem bu sefer “bakıcısız gel” dedi, ama ısrar ettim, güya o iş yapmayacak, 1 hafta rahat edecek, Can ile ilgilenecek. Diğer taraftan da “beni rahatsız eden bir şey var, orada ortaya çıkar diyorum. Canı bıraktım, birkaç gün yanlarında kaldım.

O sabah babama “ hadi ben gidiyorum” derken çocuk gibi ağladı peşimden. “Gitme kızım, özlüyorum seni, bir daha göremezsem” dedi. Yoldayım, paçavra gibi. Annemi arıyorum, “babanı bilmez misin, hep ağlar peşinden, balık burcu işte” diyor…

İstanbul’a geldim, eşya hazırlıyorum, sabah yola çıkacağım, bir telefon; “babanız benimle öyle konuşmasın”.

Nasıl konuşmasın? Babam bizim kıza “üzülme kızım seni de severiz” demiş. Ne var bunda diyorum? Ben alışkın değilim diyor. Tabi iş başa düştü, ablamla anneme çaktırmadan babamı uyaracağız, diyeceğiz ki; bu kız bu tür sözlerden anlamıyor, aman bir şey deme.

Biz hain planlar yaparken öğreniyoruz ki kız anneme de söylemiş. “Başka ne oldu” diyorum. “Beni tutmaya çalıştı” diyor. “Kızım babam tek başına ayağa kalkamıyor, salondan tuvalete gitmesi de 30 dk, belki sendeledi, sordun mu, neden tuttun beni diye”, ses yok.

Tabi annem sinir krizleri. Babamla bunu karşılarına alıp konuşuyorlar. Telefondaki ses, “abla yanlış anlamışım” diyor. He şöyle. “Uslu dur, insanları üzme, canına okurum” diyorum.

Tamam bitti derken ertesi gün bir feryat daha: babanız bana çıplak kadın fotoğrafı gösterdi. “Nerden gösterdi?” “gazeteden”. Babam yıllardır Hürriyet okur, he bir de Sözcü.

Babamdan da şüphe etmeye başlıyorum. Gazete arası hustler falan mı okuyor? Tamam Parkinson da, acaba bize rol mü yapıyor? Tabi bu da asparagas çıkıyor. Zaten ilk uyarıdan sonra aklında olsa da bir şey yapmasına imkan yok, annem kendisini Hürriyete sürmanşet yapar.

Maya’yı arıyorum, “açık söyle sen babamla yalnız da kaldın, sana bir şeyler söyledi ya da yapmaya çalıştı mı” diyorum. “Yok abla, dedenin kendine bakacak hali yok, nasıl böyle bir şey olur” diyor.

Bu arada her şeyi yanlış anladığını söyleyen kız, diğer taraftan eşini falan arıyor. Hatta aracı olan bakıcı sayesinde arkadaşım gündemi benden iyi takip ediyor. Ben acil bir durumda ne kadar sürede oraya ulaşacağımın planlarını yapıyorum. Aklımda bin türlü senaryo…

Anneme “işten atacağım bunu” diyorum, hala vicdan yapıyor. Cumartesi gecesi saat 23.30’da o aracı olan arkadaşım arıyor ve sonra bana geliyorlar. İlk otobüsle İstanbul’a dönme talimatı veriyorum: Ve de gidene kadar babamdan uzak dur, odan zaten üst katta, babam merdiven çıkamıyor”.

Ertesi sabah annem arıyor. Gece kız annemi uyandırmış ve “beni okuyun, fenalık geçiriyorum, bir şeyler oluyor” demiş. Aynı gece babamın yanına gidip affet beni, haksızlık ettim demiş. Bunlar gitmemek için ufak ayaklar… Annem terminale kadar taksi tutmuş, biletini almış. Kız “gitmem diye” ısrar ediyor.

Neyse o sabah ilk iş Kocaali’den posta… Can mutluluktan havalarda “huzur bulduk” diye, annem rahatlamış ama eminim hala babamın canına okumaya devam ediyordur.

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...