29 Aralık 2009 Salı

İmece Bir YENI YIL YAZISI


“Eski yıl sona erdi,
Yepyeni bir yıl geldi
Bu yıl olsun mutlu bir yıl
Bu yıl olsun hey hey!

Sanırım böyleydi zamanımızın şarkısı. TRT’de her sene yaşlı adam şeklinde hayata geçirilen bir önceki yıl, pılını pırtısını toplayarak üzgün şekilde sahneden ayrılırken, 4-5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu sevinçle ortaya çıkardı. Salağız anlamazık diye de, bu insanların üzerine senelerin belirtildiği kötü kağıtlar yapıştırılırdı.

Giden ve gelen senelerin erkek olduğunu kim çıkarırdı? *

Neden bir senecik bile olsun yaşlı bir kadın görmedik ekranda? Yoksa dönemin TRT yetkilileri yaşlı kadın çıkartmayalım dayağı yeriz mi diyorlardı?

O senenin kötü geçmesinde erkeklerin Mars’tan geldiği rivayetinin etkisi var mıydı?

Neden yeni yıl olarak ortaya atılan çocuk bebek değil de, basbayağı yürüyen, konuşan biri olarak çıkardı karşımıza?

Neden onca yıl geçmesine rağmen ben hala bu saçmalıkları hatırlıyorum?

En komiği de, sanki hayatımızda ilk defa içiyor, ilk defa yiyiyor gibi eve alınan kuruyemişler, meyvalar, pastalar, içeceklerdi. Bu duruma hala çok gülerim. Yeni yılı hep yiyerek ve içerek karşılayan bir nesil olarak obez olmadığımıza şükretmek lazım. Aynı duruma Ramazan aylarında da şaşırmaya devam ediyorum. İftariyelik kavramı hala çok garip geliyor. Sanki sadece Ramazan’da yiyiyoruz.

Bir de kırmızı don davası çıktı sonra yeni yıllarda. Salağın biri tam 24.00’da değiştirmek lazım demişti. Tineyç ben de inanmıştım. Hayatımdaki büyük saçmalıklardan biridir mesela. Çok şükür evdeydik.

Birkaç kez de memleketimin Kilise adı verilen lokallerinden birinde karşılamıştık yeni yılı. Aklım hep TRT’de dansöz çıkacak mı çıkmayacak mı’da kalmıştı. O zaman non-stop TV eğlencesi sadece yılbaşlarında olurdu. Oysa dışarıdaki eğlencelerde pek çok zenne sahne alırdı: küçük şehrin anlı şanlı, kelli felli önde gelenleri başlarında yanardöner salak bir şapka kalçalarını sallaya sallaya girerlerdi yeni yıla”.

Kendi komik yeni yıllarımı hatırladım durdum. Nedense son dönemdeki yeni yaşlarım gibi yeni yıllardan da çok hoşlanamadım.
Geçmişe özlem, içinde buruk mutluluk, hep bir dilek ama ya olmazsa korkusu...
Bu sene 7-8 yaşından beri sadece donanımı değişen ama süslerken hiç değişmeyen o hisle ağacımızı kurduk. Daha mutlu bir sene için, yeni umutlar beslerken, dostların yeni bir seneden ne anladığını merak ettim. Kâh tespit, kâh anı, işte bana benzeyen dostların yeni yılı... (Gönderiliş sırasına göre dizilmiştir).


Yakut. Yaş 30. İthalat-ihracat Müdürü: “Ben ne hatırlıyorum: 8-10 yaşlarında filanım, küçük bir taşra kasabasındayız. Kasabanın ileri gelenleri; doktor, hakim, savcı, banka müdürü filan gibi her yılbaşı birinin evinde toplaşılırdı. Herkes yiyecek birşeyler getirirdi, amannnn bir sofra olurdu ki görmeyin gitsin! Muz en gözde meyveydi, sanırım onu da kırk yılın başı yerdik, şimdi görmek bile istemiyorum ama o zaman altın gibiydi. Lezzetli, minik minik Anamur muzu, mis gibi de kokardı, severdik tum cocuklar… Mutlaka sofrada zeytinyağlı yaprak sarma, hindi, pilav olurdu, bir de evde pasta yapılırdı, mumlar üflenirdi. Kendisi yagusuklu, karısı tombik olan bir doktor amcamız vardı (erkenden de olmus galiba, Allah rahmet eylesin!) o hep Noyel Baba kıyafetine bürünür, torbasından biz çocuklara oyuncaklar, hediyeler çıkartırdı, nasıl sevinir, nasıl mutlu olurduk. Hediyelerin şimdiki gibi cok çesitli olması olası bile değildi, ya Aysegül’un sağda soldaki maceraları ya da boya kalemleri, kargacık burgacık oyuncaklar… Ama biz çok mutluyduk, çok fazla oyuncağımız, çok fazla beklentimiz yoktu ama azla yetinebiliyorduk. En önemli şeye sahiptik, güzel komşulara, dostlara, birbirine bağlı ailelere…
Çin malı ucuz çam ağaçları yoktu, olanlar da gerçek ağaçlardı, onlar da süslenirdi imkanlar dahilinde… Ozonda delik, dünyada kuraklşsma, agaçlarin çatır çatır kesilmeleri de yoktu, doğa da mutluydu, herşey doğaldı, insanlar da…
O gece TV’de mutlaka dansöz olurdu, hele Nesrin Topkapı varsa herkesin (özellikle beylerin) keyfine diyecek yoktu. Ama dansöz de dansözdü canım, koskoca Nesrin Topkapı’yı ağzımız açık seyrederdik, bir kıvırtı, bana mısın diyen yapamazdı…
Mutlaka tombala oynanırdı, yılbaşı gecesinin olmazsa olmazıydı. Küçük de olsa ödüller olurdu kazananlara… Biz cocuklar gecenin ilerleyen vakitlerinde o kadar yiyip içmeden, dansöz seyretmekten, mutluluktan sarhoş olur, bir kenara kıvrılır, tatlı rüyalara dalardık, taaa ki anne ve babalarımız bizi kaldırıp eve götürene kadar… Arabamız da yoktu o zamanlar, gecenin o saatinde, buz gibi soğukta evlerimizin yolunu tutardık söylene söylene….

Biraz hüzünlü mü oldu ne ? “Yılbaşı” denilence ben en çok bunları hatırlıyorum, hüzünleniyorum, mutlu oluyorum, “iyi ki öyle zamanları da yaşamışız” diyorum…”

Banu. Yaş 30. Mimar:
“Benim hatıralarım biraz daha orta sınıf:
Sene 1978, ben 8, abim 10, ablam 14 yaşında, İstanbul Fındıkzade’de kaloriferli bir apartmanın 2. Katında, 2+1, 95m2 bir dairede oturuyoruz. Apartmanımızda konaklayan bir kapıcımız var, ki bu her apartmanda yoktu o zamanlar, üstelik kapıcımız 1.80 boyunda bir kadın, Kezban Teyze.
Yılbaşında mutlaka teyzemlerle birlikteyiz bi kere ve de bizim evdeyiz. Teyzem de bir şeyler yapıp getiriyor. Çam ağacımız yok bir kere, hindi de yok ama çok özenli ve zengin bir sofra var. O sofra bütün gece kalkmıyor masadan ama üzerindekiler değişiyor gece boyunca. Soğuklar kalıyor sofrada sonra meyveler, tatlılar geliyor. Beyler içki içerken, ki bu rakı veya biradır her zaman, hanımlar ve çocuklar sadece özel günlerde alınan Coca Cola içiyor. Ya da annemin mutlaka evde mayaladığı yoğurttan evde yaptığı ayran. Ayran elde mekanik çevirmeli metal mikserle yapılıyor, sapı siyah plastik. Bu arada sütümüzü sütçü Ali kapıya getiriyor haftada 2 kez. Ali de öyle bir Ali ki, dalyan gibi yakışıklı bir genç. Öğlenci olduğum seneler onu görebiliyorum, çünkü sabah getiriyor sütü. Sütü kaptan kapa boşaltarak tartması ve de bizim tencereye boşaltışı bir şölen adete. Sütçü olsam mı acaba diye hayal ettiğimi hatırlıyorum. Abim de at arabası alıp karpuz satmayı planlıyor o seneler. Yani öyle sınıf ayrımı falan yok zihinlerde; neyse konuyu çok dağıttım.
Benim için o zamanlar mutfak tezgahı göğüs hizamda, çıkan bulaşıklar elde yıkanırken ben de tabure üzerine çıkıp durulamaya yardım ediyorum genelde, çünkü bu işi seviyorum. Bulaşıklar hemen kurulanıp kaldırılıyor ki minicik mutfak tezgahında yer açılsın. Yemek sonrası babamın sade kahvesi aksamaz, biz geri kalanlar için de çay demleniyor. Kuruyemişler çıkar ortaya ve de saat 12:00 ye doğru geri sayım başlar. Gelsin dansöz sefası. Her sene” ya bu muymuş” diye geyik yapar annem ve teyzem ama babam ve eniştemin keyfi yerindedir, kafalar da çakırkeyif.
Biz çocuklar olarak küçük bir çete şeklinde kudururuz zaten. Seneler sonra koşarak bitiremediğimiz koridorumuzun ne kadar da kısa olduğunu, o eve tekrar gittiğimde fark etmiş ve şaşırmıştım. Neyse ablam en büyüğümüz olarak genelde kuralları koyardı oyunda, abim ve o başrolde olurlardı. Ben ve benden küçük iki yeğenim de ne denirse onu yapardık, ama Burak genelde itaat etmezdi ve de ipinden kopmuşçasına koşardı oraya buraya. Seneler sonra hiç ders almadan Galatasaray Lisesini kazandığında herkes “Haa, yaramazlığı zekasındanmış” demişti hatırlıyorum. Ne yani biz usluyuz diye aptal mı oluyoruz diye içerlerdim hafiften.
Geç vakit biz çocukların uykusu gelir mayışırdık bir yerlerde. Sonunda teyzemler kırmızı VW’lerine biner giderlerdi, ama teyzemin kaygılı sesi hep aynıydı:” Ah İhsan kaç kere dedim bu kadar içme diye, nasıl süreceksin şimdi?”
Allah rahmet eylesin eniştemin de cevabı hep aynıydı : ”Bişey olmaaaz Ayhan, ben sarhoş dilim ki, çocukları giydir sen”
İşte böyle dostlar, hatırladıkça içimi ısıtan hatıralardır bunlar, o yıllar sıcak yuvamızda yaz- kış saat 18:00’de gelen babamla, sofraya oturup mutlaka hep birlikte yemek yediğimiz güzel yıllardı.”

Feray. Yaş 30, Avukat.

70’lerin sonları doğduğum şehir iskenderun’un altın yılları.Henüz Demir Çelik Fabrikaları kurulmamış, yani göç almamış, Levanten evleriyle bezeli kordona sahip Prens adarına benzeyen asude bir şehir. Öyleki ablamlar bisikletlerine bikinileriyle binip denize gidebiliyorlar. Faytoncular Fransızca biliyor, İdil Biret her kış resital veriyor. Annem Dostlar tiyatrosunun 5 gün boyunca oynadığı “Bir Delinin Hatıra Defteri’ne üç gün üst üste gidiyor. Yine Levantenlerin kurduğu ve sadece şehirdeki üniversite mezunlarının üye kabul edildiği Deniz Kulübü’nde her sene görkemli balolar veriliyor.

ÇuÇubalar Jazz Orkestrası ve solisti Kenan her haftasonu olduğu gibi yeni yıla girerken de sahneden. Babam öğrenciyken us bir karı kocadan salon dersleri almış ve dans şampiyonu olmuş bir yakışıklı. Annem Köşkteki bir Cumhuriyet Balosu’nda İnönü ile vals yapmış bir Cumhuriyet kızı.
Kasım ayında terz, eve gelmeye başlıyor çünkü annem tek başına yetişemiyor dört kızının ve kendinin tuvaletini dikmeye. Her senenin rengi ayrı hepimiz için. Yaşımıza uyan uçuk renkler seçiliyor. Ve sonunda balo gecesi. En büyük heyecanım annemle babamın dansını izleyecek olmam. Özellikle Viyana valsinde muhteşemler. Öyleki onlar başladımı herkes oturuyor ve pistte kayışları seyrediliyor. Sonra babam sırasıyla üç ablamı kaldırıyor ve en son ben. Ben de ondan öğrendiğim valsi hayatımın ilk ve hala en büyük aşkı olan bu yakışıklı ve zarif erkekle gözgöze yapıyorum. O da ne? Sanırım annemle yaptığı valsten bile daha cok alkış aldık. Babam zarif bir reveransla elimi öpüyor, uçuyorum mutluluktan, eminim artık ben onun gözdesiyim. Ne yakısıklılığı ve güzel sesiyle tüm kızları mest eden solist Kenan ne de sivilceli ahbap cocukları benim gözüm kırçıl saçlı, pipolu bu adamdan başkasını görmüyor.

Herkes eğleniyor tüm yaş grupları için farklı oyunlar oynanıyor. En ilgi çekeni erkekler için hazırlanan içi su dolu büyük tencerelerdeki elmaları ağızlarıyla alma yarışı. Babam herkes sırılsıklam olmuşken kupkuru kalarak (bilmem belki de aşktan bana öyle geliyor) apzıyla yakaladığı elmayı bana veriyor. Evet kesin eminim artık anneme değil bana aşık.

Herkes pistteyken geri sayım başlıyor, hepbir ağızdan eşlik ediliyor ve yeni yıl hersene ilk dakikalarda hediye çeklişi yapılıyor; büyükler, gençler ve çocuklar için. Tüm çocuklar duaya başlıyor Mösyö Makzume’nin her sene bilmem hangi şehirden getirttiği oyuncak kendisine çıksın diye. Maalesef bana hiç çıkmıyor ama hayal kırıklığı geldiği gibi çabucak gidiyor. Ondan sonrası pek net değil, son hatırladığım babamın kucağında arabaya oradanda yatağıma yatırılışım. Yıllar su gibi akıp geçiyor, şu anda 86 yaşında olan o yakışıklı ve 81 yaşında olan o Cumhuriyet kızı hala birbirlerine aşık, yeni yıla televizyon karsışında ve o günlerden kalan son çift arkadaşlarıyla giriyorlar. Bense kızımla ve ona böyle muhteşem yeni yıl anıları verememe hüznüyle”.

Funda. Yaş 30. Balerin.
“Uzun yıllar babaannemin yaptığı iç pilavlı hindiyi,annemin leziz mezeleri eşliğinde yiyerek bizim evde geçirdik. Aynen dediğiniz gibi kuruyemiş ve muz gecenin yıldızlarıydı.
Saat 24:00 de ki Nesrinciğimizi,televizyonumuzun önüne mavi cam koyarak renkli seyrederdik.Tombaladan önce mutlaka ağabeyim Oğuzla aileye bir show sunardık.
Bu genellikle salonumuz büyük ve parke olduğundan buz revüsü şeklindeydi.Ben en cici bale kostümümü giyerdim, Oğuz'a da fanila üzerine yünlü külotlu çorabımı giydirtirdim, sonrasını hayal edin artık:))(Kıymetimiz bilinemedi,bizler bugünün Jane Torvill-Christopher Dean'i olabilirdik).
Yıllar böyle geçerken, bir sene Oğuz artık büyüdüğünü,yılbaşını arkadaşları ile geçireceğini söylediğinde pek bozuldum tabii...
Sonrasında sırasıyla dedem ve babaannem vefat edince,bizim grupta annem,babam ve ben kaldım. E hal böyle olunca bizimkilere kıyamadığımdan,büyüdüğümü ve yeni yılı arkadaşlarımla geçirmek istediğimi bir türlü söyleyemedim.(şimdi düşünüyorumda, iyi ki söyleyememişim.)
Yıllar geçti,evlendik,çocuklarımız oldu ama hala Oğuzlar ve biz, eğlence öncesi, her yılbaşı, annemlerin evinde, babamın hazırladığı peynir tabağı ve şampanya ile yeni yıla kadeh kaldırırız. Bir seneyi daha birlikte, sağlıkla geçirebildiğimize şükrederek”...

Zeynep. Yaş 30. Satış ve Pazarlama Direktörü.
yazdıklarınıza çok benzer , tüm ailenin bir arada olduğu, muz ve tavuğun baş köşede yer aldığı yılbaşı kutlamalarımızı her zaman tebessümle hatırlıyorum.Babamın görevi dolayısıyla bu anılara zaman zaman Orduevindeki yılbaşı kutlamalarıda ekleniyor.En güzel kıyafetler giyilirdi ; annemin ördüğü kırmızı bir elbisem vardı ,bir keresinde onu giymiştim, saçlarımda örgülü ve de kocaman gözlüklerim vardı:)Anneme bayılırdım, gerçekten de gecenin en güzel kadınlarından biri olurdu; kıyafeti, zerafeti tartışılmazdı . Ben galiba bu konuda pek O na çekmedim ...

Gece boyunca Orkestra çalar , bizde çılgınce pistte tepinirdik . En keyifli an Babam ile dans etmekti , kendisi Harp Okulu Dans Şampiyonuydu :) Ne keyif , ne hava ....

Yemeklerden en sevdiğim ise Ordöv Tabağıydı :)

Bu arada Orduevin de resepsiyonda görevli veya lokantadaki şef garson en yakışıklılardan biri olurdu. Tüm kızlar bende dahil kendisine yanıktır , dans ederken bu sebeple gözler O nu ararki seni görsün , ne kadar güzel dans edebildiğini bilsin diye.

Saat geceyarısına 1 dakika kaldığında herkes ayağa kalkar , nefesler tutulur ve geri sayım başlar ; 10,9,8,.....3,2,1 ve MUTLU YILLARRRRRRRR

Yıllar geçti, her sene farklı bir kutlama, her sene farklı bir mekan olsada hep aynı dilek ; MUTLU YILLARRRRRRRRRRRRRRRR


Suzi. Yaş 30. Ekonomist
“Yaklaşık 20’li yaşlarıma gelene kadar, teyzemlerle hep aynı apartmanda oturduk, onlar üst katta, biz alt katta. Ben, teyzemin kızı ve kardeşim 3’er 5’er ay arayla doğmuşuz, öyle ki en küçüğümüz olan kardeşimle en büyükleri olan benim aramda sadece 14 ay fark var. Dolayısıyla, biz de üçüz kardeşler gibi büyüdük. Yılbaşlarında da hep beraberdik, anneannemler de bize katılırdı ve ailecek neşeli ve bol yemekli (!) bir şekilde kutlardık yılbaşını. Daha okula bile gitmediğimiz, çok küçük yaşlarımızda, günler öncesinden anneme bize ne hediye alacağını sormaya başlardık. Annem de bize hediye almayacağını, belki yılbaşı gecesi Noel Baba’nın gelebileceğini söylerdi. Pek yutmazdık ama yine de içimizde “acaba gelir mi?” diye bir şüphe de uyanırdı. Yılbaşı akşamı bekle, bekle Noel Baba gelmez. Artık oynamaktan, tepinmekten bitap düşsek de eğlenceyi bırakıp yatmak istemezdik, tabii bir de Noel Baba’yı kaçırma riski var! Annem Noel Baba’nın biz yattıktan sonra geleceğini söylerdi, biz de mecburen koşardık yatağa. Şimdi düşünüyorum da, biz çocuklarımıza böyle bir şey söyleyeilir miyiz acaba? Ne travma, düşünsenize, uyurken ak sakallı, koca göbekli bir Noel Baba evimize girmekle kalmayacak, odamıza gelip yanıbaşımıza hediye bırakacak!!! Ama, bu fikir bizi nedense hiç korkutmazdı. Sabah kalkınca gerçekten de yanı başımızda hediye paketleri bulurduk, içinlerinde hep ufak tefek şeyler olurdu ama paketleri o kadar güzeldi ki! Kardeşim ya da ben hangimiz daha erken uyanırsak diğerini de uyandırır, büyük bir neşe ve heyecanla yataklarımıza oturur, paketlerimizi açar ve birbirimize hediyelerimizi gösterirdik. Tabii, sonra kuzenime koşar, onun hediyelerine de bakardık J Paketleri açarken, annemin kapının eşiğinden bize bakan gülen yüzünü aradan 35 yıl geçmesine rağmen hala çok net görüyorum ve gözlerim yaşlarla doluyor.”

Duygulu hatunlar böyle yazıyor işte. Dolayısıyla benim olayı sulandırmam ve yazıyı bitirmem lazım. Canım dostlarım sayesinde benim de beleşe bir yazım oldu 1. 2009’un keleklerini esefle kınıyor, 2010’a umut bağladığımı belirtiyorum 2.
Yeni yıl hepimize uğur getirsin 3.

*Bir banka kartı bu yazıya başladıktan sonra yeni-eski yıl temasını bayaanlarla yaptı. Bu da benim ne kadar öngörülü biri olduğumu gösterir.

17 Aralık 2009 Perşembe

Anne, göçük olmuş...


2009’un son günleri,
Elim gitmiyor hüzünlü birşey yazmaya. Bir tarafım da diyor ki, yaz da bitsin, hepsi bu yılda kalsın.

Bursa’da maden ocağındaki kayıplar hepimizi üzdü. Emeğin başkenti Zonguldak’ta doğan bizleri daha fazla. Ama Allah biliyor ya, düşünmek istemedim. Sonra feysbuk’ta annemin en değerli öğrencilerinden Mehmet abimin paylaştığı klip beni çok uzaklara götürdü.

Ne kadar olağan şeydi göçükler, grizu patlaması, vardiyanın değiştiğini belirten o siren. Anneannemde kaldığım zaman daha net duyulurdu hâlâ zaman zaman özlediğim ve o zamanlar ürperdiğim o ses.

Ocaktan çıkan insanlar. Yüzleri simsiyah, elleri simsiyah. Sadece o gözler. Işıl ışıl bakan o gözler. Bazen hüzünlü, bazen de “bugün de ölmedik” sevinciyle bakan o gözler. Bakkallarda ekmek arası kavurma, domates, salatalık. O koku. Kömür kokusu. Bir süre sonra yakın civardaki evlerine gitmek için yıkanmış paklanmış olanlar.

Ocağa inenler, inmeyenler, üçkağıtla inmeyenler. Zaten bu son yazdığımdan dolayı zarar etti ve kapandı ya ocaklar.

Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Bir komşu gelmişti annemlere, oturuyorlardı. Sonra komşunun benden biryaş küçük oğlu geldi koşarak. “Anne” dedi, “anne ocakta göçük olmuş”.

Nasıl gittiklerini, bizim de peşlerinden nasıl bakakaldığımızı hatırlıyorum. Komşunun eşi yaşıyordu, ama diğerleri artık yoktu. Grizu o kadar yakın bir söz oldu ki bize. Kozlu’da kaç emekçiye mezar olmuştu bir ocak.

Sonra birgün Ankara’ya yürümeye karar verdi emekçiler. Sloganlar hatırımda. Soğuk bir kış günü binlerce emekci yola döküldü. Tüm şehir tek bir yumruk oldu. O günlerde çekilen fotoğrafları da unutmuyorum, en çok da ekmeğe uzanan yüzlerce eli.

Ankara’ya ulaşamadılar, yollar tutulmuştu Yeniçağ’da. Sonra ocaklar kapatıldı. En çok göç veren şehirler listesine girildi. Sadece madenciler miydi yok olan? Asla. Neredeyse bir şehir yok oldu.

Madencilerle vedalaştık.

19 Ağustos 1999. O büyük depremden 2 gün sonra. Adapazarındayız şirket gönülleri ile. Getirdiğimiz yardımların doğru yere bırakılması için uğraşıyoruz. Şehir merkezinde dayandığımız duvar bile sallanırken tanıdık bir şive duyuyorum... Memleketimden gelmişler. Madenciler. En küçük deliğe bile girebildikleri için yardıma gelmişler. Gelirken de “ekmek” getirmişler.

Sonra Düzce’de çıktılar karşımıza. Yine soğuk bir kış günü, yine deprem. Katıldıkları meşhur arama kurtarma derneği onlarla “ekmek”lerini paylaşmamıştı. Aç bilaç çalıştıklarını duyduk. Ama alışkındılar nasıl olsa.

Ortaokul ve lise arkadaşlarımızla zaman zaman bir kulübe gidiyoruz eğlenmeye İstanbul’da. O çok değerli müzik adamı bizi her gördüğünde annesinin de en sevdiği türküyü söylüyor: Karadır kaşların ferman yazdırır, Bu dert beni diyar diyar gezdirir, Lokman hekim gelse yaram azdırır, Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.
Karadır kaşların benzer kömüre, Yardan ayrılması zarar ömüre, Kollarımdan bağlasalar zincire, Kırarım zinciri vararım yare.

Türkülerde bile kömür. Hep kömür. Düşünüyorum da, bir gün hayatım film şeridi gibi geçse gözümün önüden... Kömür kokusu. Yüzler. Ve trenler. Ve acı. Ve Umut. Ve ölüm.
Ve Yaşam. Ve Ekmek. Ve Emek...

8 Aralık 2009 Salı

Krem Güncesi


Birinci gün: İstanbul’daki sisten dolayı Paris-İstanbul arası 20 saat sürdü. Yorgunluktan gözümü açamadan arabamı alıp yola çıktığımda, İkitelli’de bir kedi atladı yola. Frene basmam yetmedi. Kedinin parçalanan bedenini gördüm. Hayatımda ilk defa bir kediye çarptım. Elim ayağım titredi. Ağladım. Aklıma evde beni bekleyen minik kedim geldi. Gözlerimi kapattığımda hep onu yaşıyorum. Allah’tan beni affetmesini diledim. Daha mı yavaş olsaydım, direksiyonu kırsaydım kurtabilir miydim. Hep o an, yalnızca o an.

Kedimiz Krem evde tatsız karşıladı beni. Yemek yememiş. Bir gece önceki çocuk misafirlerden biraz ürkmüş. Kapris mi yapıyor, beni mi özledi acaba dedim. Bekledim.

İkinci gün: Evi aradım. Krem iyiymiş. Yemek yemiş ve oynamış. Mutlu oldum.

Üçüncü gün: Krem bugün birşey yemedi. Sadece su içiyor. Sevebileceği şeyleri vermeye çalışıyorum. Olmuyor.

Dördüncü gün: Bugün de aynı geçti. Yarın veterinere götüreceğim. Keşke bugün götürseydim. Çiğdem’le konuşuyorum olasılıklar üzerine.

Beşinci gün: Vakitlice veterinere gittik. Teşhis konmadı. Vitamin iğnesi yapıldı. Umutla eve döndüm. Yemiyor ve de artık içmiyor.

Altıncı gün: Bugün bayramın ilk günü. Krem’e serum taktılar. Damarını bulamadıkları için ön iki ayak kanadı. Arka ayaktan serum aldı. Dayanamadım. “Kelebek kalsın” dediler. “Hemen iyileşecek” dedim içimden ve onu o bandajla görmek istemedim. “Canı acır çıkarın” dedim.

Yedinci gün: Yediğim haltın farkındayım. Ama çok geç. Bugün canı acır diye deri altından yaptılar serumu. Ekin ve Aylin geldi. Ekin’le mama yedirdik Krem’e biberonla.

Sekizinci gün: Minik aç. Tek tesellim aldığı serum ve vitaminler. Sarılık olduğu söylendi.

Dokuzuncu gün: Krem FIP’miş, yani “feline infectious peritonitis, yani yaşaması %1 ihtimal. Yani henüz tedavisi olmayan bir hastalık. Küçük kedilerde daha zorlu bir süreç. Anneden ya da civardaki kedilerden geçermiş. “Aldığınız petshop ile görüşün” dedi veteriner.” Belki diğerlerinde de vardır” dedi, sonra ekledi “ama söylemezler ki”.

Can’a yolda söyledim. Herşeye hazırlıklı olmamız gerektiğini biliyor. Ama o %1 için elimizden geleni yapacağımızı da biliyor.

Can durmadan “adını Krem koyduğumuz için mi hasta olduğunu, ya da onu almasaydık kurtulabilecek olup olmadığını” soruyor.

Dokuzuncu gün: Bugün işe başladık tekrar. Aklım evde. Sağolsun Çiğdem geldi ben yokken. Krem’i şırıngayla besliyoruz. 10 cc için saatlerce uğraşı. Akşam veterinere gittik. Bugün karnından sıvı çekmeye başladılar. Okudukça, öğrendikçe ve Kremi gördükçe umudum tükeniyor. Veterinerde bizden kaçırıyorlar diğer kedileri haklı olarak.

Dokuzuncu gün: Çiğdoş hergün geliyor. Onun minnoşları için de sıkıntı. Evde çalışan kıza bile öğretmiş şırıngayla mama vermeyi.
Bu sefer geç gittim veterinere. Krem çok acı çekiyor. Aldığım petshop’a ulaşmaya çalıştım. Tık yok. Herşeye öfkeliyim.

Onuncu gün: Yine bir gece, yine ben, yine Krem ve yine veteriner. O yoldan nefret ediyorum.

Onbirinci gün: Can ve Çiğdem’le veterinerdeyiz. Yine acıyla dolu iki saat. Gerginim.
Can evde hamburger yedi. Dayanamaz Krem o kokuya. Bir parça ağzına verdim. Minicik bir köfteyi ağzında bile tutamıyor. Sinirlerim bozuldu, ağladım.

Onikinci gün: Krem’den yine su çekildi. Eve geldik, yürüyemiyor. Oraya buraya çarpıyor. Hastalık ilerliyor işte. Veterineri aradım yoğun bakıma alsınlar diye. Alamıyorlar. Diğer hayvanlar için de büyük tehdit.
Petshop’u aradım. Tam onlardan beklenecek bir tüccarlıkla konuştu şerefsiz benle. Kimsenin bize bu kadar acı çektirmeye hakkı var mı?
Git diyorum içimden Krem’e. Git kendini daha fazla sevdirmeden... Git daha fazla yanmadan... Ama onun nazlı miyavları olmadan ne yaparım?

Onüçüncü gün: Bugün Pazar. Veterinere gittik. Krem kafasını kaldırmadan yatıyor. Biraz süt içti.
Akşamüstü iyice kötüledi. Ağlıyor, inliyor. Mercan’ın odasına götürdüm. O arada su veriyor. Yan uzandı.
Çiğdemle konuştum. Daha fazla acı çekmesin diye dua edelim dedik. Yanına gittim, sevdim. İnledi. Elimi her dokundurduğumda inledi.
Veda etti.
İnanmadım. İnanmak istemedim. Dokundum. Oysa o acılarıyla, kısacık yaşamıyla, tüm tatlılığıyla elimden kaydı gitti...
Gözyaşlarım cansız bedenine değdi. Hazırladık onu son yolculuğuna. Kapı önünde götürülmeyi bekledi. Oğlana çaktırmamak için çok uğraştım. Yoğun bakımda dedim.

İki gün oldu. Uyuyamıyorum. Her an bir yerden çıkacakmış gibi geliyor. Oturduğu koltuğa oturamıyorum. Ayağıma birşey takılsa “ay Krem” diyorum. Sabahları dolabın kapağını yavaş kapatıyorum (ben hazırlanırken hep içine girerdi).
Minik yürek, boğazımda kalan düğüm... Bu kadar kısa zamanda mı yakaladın beni ve hapsettin kendine?

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...