13 Ekim 2009 Salı

Gerilla servisink....


Yazmıyım, yazmıyım diyorum elimde değil. 15 milyonluk hedef kitlem telefonlarımı çaldırıyor, evimin önünde kamp kuruyor....


“Çucuğumun” gittiği okul devreden çıkmış olsa, yani o okula gitmese, ayda 2.500 TL cebimde kalır. Bu da 1.200 euro demek. Bu sadece okul ve servis. Okula uygun ayakkabı, giysi, kırtasiyeden söz etmiyorum bile. Hani pazardan alıp giydiremiyorsunuz bu veletlerin üzerine. Alıştırılmış kudurtulmuştan beterdir hesabı.

Çocuklarımız bir şekilde bu okulların spor takımlarında görev alıyor. Hasbelkader, başarılı ya da başarısız bir şekilde, daha da çok veli ve antranörlerin desteğiyle varlık gösteriliyor. Umut hep bir sonraki seneye. Hep birilerinin bu işi sahiplenmesinde.

Pek çok insanın inanmakta, adapte olmakta zorlandığı bir iş yapıyorum: İletişim. Bunca yıl sonunda öğrendiğim ve uygulamaya çalıştığım şey şudur: sorununu tepe yönetimin sorunu yapmak. Yani iletişimi genel müdürün ya da başkanın sorunu haline getirmek. İşte o zama sahip çıkar insanlar. Bunu yaşamın diğer alanlarına da uygulamak mümkün, hoş işimde yaptığımı evimde yapamasam da... Ama bu sefer kararlıyım.

Çocuklarımız bu sene haftanın her günü okul sonrası antreman yapacaklarmış. Okul ve ev yakın olduğu için bizim evde olmamız en kötü ihtimal 18.30. ben de pek meraklı değilim 1.5 misli kira ödeyip burada oturmaya ama veletin büyüyüp “anam anam garip anam, çilekeş anam” demesini bekliyorum.


Okulumuzun servis işlerini yürüten firma bu sene “ciniıs” bir fikir bulmuş.

Antreman sonrası evi en uzakta olan bebelerin eve daha da geç kalmaması için hepsini “ana artel”lerde indirmek. Hani İstanbul’da felaket anlarında (kar, buz, yağmur) açık olan artellerden söz ediyorum. Bizim arteller sadece sellerde kapalıdır, onun dışında nan-sıtop açıktır.

İşte o ana arteller ana caddelerin benzin istasyonları, alışveriş merkezleri, pastane, karakollara felan denk geliyor. Kar, yağmur, çamur, yapılan ağır sporların sonrasındaki olaylardan söz etmekten geçtim. Bu memlekette çocuklar çatır çatır kaçırılıyor... Sanırım işkencenin sadece şekli değişiyor uygarlaştıkça.

O zaman ben de X tur yöneticilerinin sorunu haline getirmeliyim bu durumu. Yarından itibaren X tur yöneticilerinin aynı okulda eğitim gören çocuklarını okuldan alıp ana artel, ya da hartellerde bırakmayı düşünüyorum. Belki o zaman soruna ve çözümüne ortak olurlar.

12 Ekim 2009 Pazartesi

FARK VAR...

Farkın ne zaman daha farkedildiğini öğrendik ama farkın nedenini henüz çözmek nasip olmadı, olur mu onu da bilmiyorum.
Aşağıda okuyacaklarınız sayın hedef kitlem, aynı yaştaki ayrı cinsiyetteki iki çocuğun olaylara yaklaşımıdır.




Esas Kız: Zeynep, Yaş 9,
Esas oğlan: Can, Yaş 9
Yer: Tarabya

Can: Aaa adam gay?
Zeynep: Gay ne demek?
Can: Kendini kadın sanan erkek demek.
Zeynep: O ne demek?
Can: Ya hani var ya Recep İvedik’teki kamyo şöförü işte öyle demek.
*********
Can: Annen uyanmadı mı?
Zeynep: Hayır
Can: Oha. Karnım acıktı.
Zeynep: O zaman ben sana kahvaltı hazırlıyım.
Can: Yapabilir misin?
Zeynep: Evet
Mutfağa gidilir. Zeynep’in uykucu annesi konuşmaları dinlemektedir.
Can: Yumurtaya nasıl ulaşacaksın?
Zeynep: Sandalye ile. Hıım, şimdi al sen yumurtaları, bu da yağ. Heh işte bu da tava.
O sırada çıt çıt aygazın yanma sesi duyulur ve anne olaya el koyar.
***********
Zeynep yemek masasında heyecanla tatilde gittiği aquapark’taki kaydırakları anlatmaktadır. Ama Can tarafından devamlı bölünür. Her “k” dediğinde Can “fütursuz” bir şekilde konuşmasını bölmektedir.
Sonunda konuşması devamlı kesilen Zeynep çaresizce annesine bakar. Bir nevi yardım ister. Can o sırada hala konuşmaktadır.

*****
Yer: Kemerburgaz, bir balıkçı
Kalamarları mideye indiren çocuklara (Can eliyle yemiştir, Zeynep çatal-bıçakla) Can’ın annesi ıslak mendil uzatır, Can atlar, Zeynep almaz.
Zeynep: Ben ellerimi yıkayacağım.
Can’ın annesi: Aslında daha iyi olur.
Zeynep: Annem beni böyle yetiştirdi.
Can’ın annesi:!

****
Yer: Göktürk-Zekeriyaköy orman yolu
Can her şeye tepki olarak “oha” demektedir. Bir süre sonra Zeynep de bu modaya uyar. Anneler kızar.
Can’ın annesi: Bak Can, eğer tekrar ağzından o kelime çıkarsa çok kızacağım. “oha” demek istediğinde onun yerine başka bir kelime kullan.
Can: “Şabay babay” olur mu?
Kısa bir sessizlikten sonra arabadaki tüm dişiler bu salak öneriye güler... 9, 29 39... HEPSİ...

10 Ekim 2009 Cumartesi

BURALIYIM...

İş için Fransa’ya gittik. Bu bloğu takip edenler “Nerde Pirak, orda bırak” maceralarımı bilirler.

Paris benim için önemli ve güzel bir şehir. İlk defa yalnız gezebilmenin, yalnız birşey yapabilmenin garip birşey olmadığını, aksine çok da keyifli olabileceğini orada öğrenmiştim. Paris’e ilk defa iş çin gidiyordum ve işten gezmeye pek vakit kalmıyordu ama ikinci günün akşamı benim olacak diye çok ama çok sevindim. 30 dakikalık bir alışveriş turu (o da oğlan için), sonra turistik olmayan bir sokakta uzunca bir yürüyüş ve yemek için “ooo şanzelize”...
Aklımdaki 3 ayrı mekandan birine karar verdim. Hem ana caddede olan bitene hakim olmak açısından inanılmaz bir deneyimdi. Yemek yiyip keyif yaptığım 1.5 saat içinde 6farklı türk grup gelip menüleri inceledi. Bazıları anlamadı, bazıları “amanın ben yemem” dedi, bazıları da daha sonra gelmek üzere gitti. Bu caddenin %50’si olmasa bile sanırım %30’u Türk, geri kalanı da Japon zaten.

Neyse, dönüş için havaalanına vardığımızda çek in yaptırdık. O sırada yanımıza gençten bir Türk yanaştı. Yanındaki türbanlı, beyaz giysili bayanı göstererek, uçağa kadar bizimle gelip gelemeyeceğini sordu. Biz de pek tabi “evet” dedik.

Teyzemin üzerindeki çekingenliğ atması uzun sürmedi.
Teyze: İzniyiniz ne kadar? (yazım hatası yok-böyle konuşuyordu)
Biz: Ne izni?
Teyze: Yani ne kadar kalacaksınız Türkiye’de?
Biz: Biz orada yaşıyoruz, iş için geldik. Siz?
Teyze: Ben buralıyım...

Evet ya, teyzem parizyenmiş... bunu öyle bir gururla söyledi ki gerçek sandık.

Evet teyze parizyendi ama hangi “geyt”ten çıkacağını çözemediği için bizim peşimize takılmıştı. Bu ironiyle yürümeye devam ettik.

Pasaport kontrolünde teyzenin oturma izni olmasına rağmen gıdım Fransızca konuşmaması polisleri sinir ettiği için onlar da teyzeyi sinir etti. May kolliig Fransızca bildiği için olaya el koydu sağolsun.

Ama teyzemiz bu şoku da hızla atlattı ve fri şopta da peşimizden ayrılmadı.
“Aman, şuncacık şeye 15 yuro istiyorlar, amanın bir başörtüsüne 90 yuro demişler”. Derken teyzemiz iyi niyetimizin sınırlarını zorlamaya başlamıştı ki kendisini bekleme salonuna oturttuk ve “biz uçak gelince gelip seni alacağız” dedik.

Uçakta panikledik, zira teyzeyi unutmuştuk. Neyseki beyaz parizyen eşarbından tanıdık kendisini. Türkiye sınırlarında “hakkımızı helal ettik” (helal hızlı ve kapalı a ile söylenecek).

Tam da buralı olduğumuza şükrederken İkitelli’de trafiğe takıldık.

Taşralıyım ezelden...

Evet taşralıyım. Doğdum, büyüdüm, eğitim hayatımın bir bölümünü o şehirde tamamladım. Aldığım eğitimden, kentimin insanlarından hep gurur duydum.Vakti zamanında üç beş çapulcu zavallı kuğuları pişirip yemeseydi, üstüne de “biz onları davuk sandık” demeselerdi daha iyi olacaktı ya. Neyseee konu bu değil.
Ama yaşamak başka, çalışmak çok başka, hele bir kere metropole alıştın mı, diğer hayata sarmalanmak çok daha başka.

İsim vermeyeceğim, bir kentte bir açılışa gittim iş için. Bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesindeydi tören. Alandaki en sinirli siyah takım-çorap kominasyonlarının tepe yöneticiler olduğunu kavramak zor değildi. Ve peşlerinde merakla dolaşanların da çalışanları. Ve de başörtülerinin altına rengarek giyimleriyle, altın gününden gelmiş ya da gitmek üzere olanlar da eşleri. Bir tek küçük şehirlerde eşler bu kadar dahil olabilir iş hayatına dedim kendi kendime, memleketimi de düşünerek. O kadar görmüş geçirmiş bir kadın olan annem bile, komşularından söz ederken isim kullanmaz; diş hekiminin eşi, doktorun büyük kızı, avukatın yengesi... Bu nedenle ismi olmayan bu karakterlerimiz bu şana yaraşmak için burunlarını her türlü işsel konulara da sokuyorlar sanırım... Özellikle fotoğraf karesinde yer alma yarışı muhteşemdi. Bayanlarımız kaç kişinin üzerine basarak devlet erkanının yanında çömerek kadraja girdiler bilemiyorum. Herşey 3 saniye de oldu. “Uzay yolu”nda ışınlananların esamesi okunmaz bu bayaanların yanında.

Önce bir kaymakam geldi tören alanına. Koşturmalar, panikler. Sonra Vali. Kulağımda “ay of dı taygır” çaldı. Vay be bu ne önemli bir girişti.

Birbirinin aynı konuşmalar, kırık Türkçeli ifadeler, bir şuursuzluk hali. Ama sadece onlar değil, bizler de şuurlar gitmeye başladı. Yeni yapılan futbol sahasında ise, şuurlarının gittiği tescillenmiş hastalar vardı. Yani mekanın gerçek sahipleri. Yanına yanaşıp ağlaşanlar, birden göbek atmaya başlayanlar, ilaç soranlar, açılışların doğal seromonisi halk dansları gösterisi (sanki birileri foklor oynamazsa o açılıştan sayılmayacak)... Hedef kitle ile gözgöze gelmemeye çalışarak endişeyle izledim etrafı. Hangisi hangi dertten orada merak ettim, ben bir gün delirsem, hangisi olacağımı düşünmeye başladım. Genelde mutlu görünüyorlardı. Bunu düşünerek kendimi rahatlattım.

Vali bey, halk dansları gösterisini çok beğendi. Yeni sahanın gıcır topuna ilk vuruşunu yaptı. Hayat etrafında döndü. Vali the great commander, Vali Sezercik aslan parçası, Vali küçük mucit, Vali halk sevdalısı, Vali sağlık gönüllüsü. Adamcağız daha uzun kalsaydı başka hangi aktivitelere sokarlardı bilmiyorum. Ama haberleri takip ettiğimde kendisinin aynı gün, “kültür-sanat elçisi”, “spor sevdalısı” görevlerini de aldığını gördüm.

Böyledir işte küçük kentler. Bundan 4 yıl önce ex patronumla bir şehre gittiğimizde kendisini karşılamaya 50 araç gelmişti. O kadar korktu ki ilk başta birşey mi oluyor diye. Hayır, o sırada o kentin en önemli insanı oydu. Orada yaşam böyle akıyordu. Bizim açılışın en önemli insanı da Vali idi...

Hedefim büyük değil ama en azından bizim evde “Vali” gibi karşılanacağım günleri hayal ederek uykuya daldım...

2 Ekim 2009 Cuma

Okullar açıldı, insan neşe doldı...


Yes, allright derken bir yazı daha devirdik, bir eğitim-öğretim yılını da getirdik. 15 milyon küçük kafa okulun yolunu tuttu dualarla. Onların bir takım koca kafa anne ve babaları da trafiği arap saçına çevirdi ağızlarından köpük çıkararak. Zaten siz de tanık oldunuz.

Şimdi olayların mutfağı, yani o kadar çocuğun okula başlamasından önce yaşananların bir kısmı.

İlkokul dördüncü sınıfta kitap ve defterlerimi kendim kaplardım, çok iyi hatırlıyorum. Oysa oğlumun bu aktivitedeki tek katılımı kaplıklar arasında Rey Misterio desenlilerinin olup olmadığı.

320 TL’lik kitap aldık. Neden söylüyorum, kaç kitap alındığı tahmin edilsin diye... Kitapların şeffaf naylonlarla kaplanması lazım. Zira bu aklı evvel bıdıklar hangi kitaptan ödev var bilemeyip ya hepsini ya da hiçbirini, genelde de en yanlışını getiriyorlar eve. Dolayısıyla bu kaplama-kaplık işlemleri daha da acılı oluyor devamlı kayan zımbırtılarla. Hazır naylon kaplıkları da Tazmanya İlköğretim okulları için yapmışlar. Çünkü MEB’in hiç bir kitabına uymuyor.

Neyse efenim, bu tertip düzen işi tamamlandığında sıra etiketlemeye geçiyor. Okulun da istediği herşeye etiket yapıştırmamız. İrili ufaklı bir sürü etiket. Tabi o kadar çok şey isteniyor ki –mesela resim dersinde istenen kuru boyalarla, sınıf etkinliklerinde istenenlerin karışmaması lazım- aklını yitirmemek ve kendini etiketlememek imkansız. Bizim hepsinden birer tane olurdu ve asla kaybetmemize fırsatımız da olmazdı.

Etiketleri yaza yaza bir ara adımın Can olduğuna kanaat getirmeye başlamıştım ki, bir sonraki aşamaya geçtik. Yani tüm derslere göre malzemelerin tanzim edilmesi ve poşetlere konup üzerlerinin yazılması ki hepsinin arasında en kolayı.

Tabi bir de kırtasiye alışverişi sırası var ki, benimki gibi çok konuşan ve soru soran bir çocuğunuz varsa iki ortalı defter olup rafta yerinizi almak isteyebilirsiniz. Allahtan tedbir insanı olarak bu alışverişi de bir de kalabalık cinneti yaşamadan halletmiştik.

Giysiler de ayrı dert. Hadi geçen seneden birşeyler var dedik, pantolon babındaki herşeyin dizleri başka renk. Hani bu erkek çocuklar dizlerinin üzerinde kayıyor ya. Bari esşofman da alalım dedik. Bu sene eşofman altlarında “ağ yerde” modeli uygulanmış. Basbayağı bildiğiniz şalvar. Hadi ondan geçtim “fit” çocukları asla düşünmemişler. Basen kısmı maaşallah bana bile olur. Nedenini sorduğumda firma yetkilisi “biz model sunduk, okul aile birliği bu modeli seçti” dedi. “neden, okul aile birliğinde bir obez mi var?” dedim. Kasadaki kız dışında hepsi bana çok kötü baktı. Ben de kızcayızla kanka moduna geçip anırarak güldüm. Sonra ben dı üstün zeka, yarı eşoman parası daha vererek mahallenin kendini Cemil İpekçi sanan terzisine yanlardan daraltma ve beli düşürme operasyonu yaptırdım, sırf çocuk rezil olmasın diye.

Alışveriş, hazırlanma kısımları bitmişti ki, kötü bir haber aldık. 4. Sınıftan itibaren “hazır bulunuşluk” sınavı varmış. Hayır okulda hazır bulunmaksa kasıt valla biz oluruz derken, kaydırak tatillerinin, yan gelip yatmaların acısının çıkacağını öğrendik. Sosyal sorumlu bir anne olarak geçen seneden hatırladığım soruları sormaya başladım. Kıtaları say: asya, avrupa, pantartika. Aferin yavrum, hem hazırsın, hem de bulunuyorsun. Bir tek nerede bulunduğun konusunda sıkıntılarım var.
Neyse bu cevaptan sonra karıca yuvaları hangi yönü gösterir sorusunu pas geçip, kaderiyle bıraktık sınav sonucunu.

Okulun ilk günü, ben, oğlum, içimdeki hamal, 4 çantayla okula gittik. Yeni eğitmece, öğretmece, velilere kanırtmaca yılını hayırlısıyla karşıladık.

Varlığımız Türk varlığına armağan olsun.

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...