17 Ağustos 2009 Pazartesi

MR'den korkup dışarı kaçan gözler...

Şahsen daha estetik birşey beklerdim. Hani o kadar MR (emar memar) itibarlı isimlerin olsun, hem de pahalı ol. Hem de seni çektiren binbir sıkıntı yaşasın, olmadı valla olmadı. Oysaki ben zekamın, hatta içimdeki güzelliğin de dışarı vuracağını sanmaktaydım.

Daha önce dizim için çektirmiştim bu MR’yi. Fek-at beyin öyle mi ya. Daha artistik bir çalışma beklerdim.

Tansiyon denen zımbırtının gözüme tacizinden sonra bir nevi “ibiş” gibi ordan oraya savrulmaktayım. Bugün itibariyle beraber tam yedi hekim gördü ceylan gözlerimi, yedi ayrı kişiye dert anlattım. İkisi iki kez gördü derseeek, tam dokuz kez bir takım kapılardan içeri girdim. Sigorta şirketi yetkilileri sanırım bir dumur yaşamakta. Her gün onay, her gün onay. Olur mu canım...

Neyse baştan ikinci ve son nörolog MR çektireceğiz dedi. Hani içimiz rahat etsin babında. Ama bir sorun var. Ay kant MR... Bikaus ay em klostorofobik... Prag’ta yerin altındaki restauranttan “imdak” diye dışarı çıkabilen biriyim.

Bu korkum üzerine doktor beyle “buyrun burdan yak”tık. Açık mı olsa kapalı mı olsa derken, en sonunda uyutulmayı kabul ederek MR’yi de kabul ettim. Altı saat öncesinden yeme içme, yaşama öl nidalarıyla gittik bir arkadaşımla hastaneye. Sağolsun kendisi pek soru sorar, ikimizin tedirginliğiyle nasıl uyutulacağımı herkeşşe sordu. Sanırım beni çok seviyor. Doğumdan sonra narkozdan şiştiğimi de söyleyince birkaç hemşireyi de aramıza alarak panik olduk ama soğukkanlı davrandık.

Giysimi ve otel terliğimi giyerek beklemeye başladım. Aneztezist geç kaldı. O sırada bir hemşire geldi yanıma ve bana ilaçsız bunu başarabileceğimi, gün ortasında gereksiz narkoz almamamı, hatta sonrasında hemen kahve içebileceğimi ballandıra ballandıra anlattı. Son 6 saati suyla geçiren ben-laf aramızda uyurken ne olur ne olmaz diyerek onu da çok içmedim- balıklama atladım (sanırım boğa burcusu insanlarını yeme-içmeyle motive etmek lazım).

Önce prova yaptık. Bildiğiniz prova, hani yapabilir miyim diye. Sonra yaparım dedim. İlk 5 dk’da nefessiz kaldım. O zaman bir fırlatma durumu oldu. Ama sonra kendimi rahatlatarak 25 dkyı bir güzel bitirdim. Sonraki beş dakika çocuk gibi tebrikleri kabul etmekle geçti. Ay Allahım ne hallere düştük.

Sonra raporumu aldım. Henüz beyin sağlığım yerindeymiş çok şükür.

İşte bu da tıp dünyası ne derse desin benim korkudan dışarı fırlayan gözlerimdir. Hatta kim ne derse desin.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

BİR BİLEŞMENİN ANATOMİSİ YA DA “NALET OLSUN İÇİMDEKİ İNSAN SEVGİSİNE”….



Adı Özkan’dı gittiğim psikiyatr’ın. Bir sabah işe gitmiş, nefes alamadığıma kanaat getirmiş, iş yerine en yakın hastanenin web sayfasından tesadüfen bulmuştum adını.

Çok düzgün biriydi Özkan Bey, ama benimle konuştuktan sonra bir daha kendine ne zaman geldi bilmiyorum. Hoş, bir kez daha gördüm sonra ilgili şahsı. Artcının 2 sene sonra geleceğini nereden bilebilirdi?

“Ne? İki departman kapatılıyor ve iş arkadaşlarınız işten atılıyor diye mi geldiniz?” demişti. “Evet bazıları yakın dostum. Ve çok üzülüyorum. Gidecekleri gün bile belli, öyle bekleşiyoruz. Tam 1 ay oldu ve dayanamıyorum. Ya da nalet olsun içimdeki insan sevgisine!”.

Gazetecilere haber verir diye şirketin adını bile vermemiştim. Hem sosyalim, hem sorumlu. “Kendinizle ilgili kaygınız var mı?”. “Yok benim kendimle ilgili kaygım. Olsa da sorun değil ama bana bağlı çocukları nasıl koruyacağım onu düşünüyorum”.
Teşhis: “Hem duygusal hem salak” olmuştu sanırım.

2006 yılında tekrar “Cee” dedim Özkan’a. İkinci kez gidince samimiyet oldu, Bey’i attık. Beni hatırlaması uzun sürmedi. Giden gitmiş, yeni yaşamlar kurulmuş ve daha az hatırlanır olmuştuk. İlginçtir o psikoloji. Gidenler, gitmek zorunda bırakılanlar, kalanlara içten içe gıcık olur. Kalanlarsa kendilerini suçlu hisseder nedense. Oysa gidenlerde gelecek kaygısının getirdiği endişeyle beraber bir hafiflemişlik de olur. Ama asıl yükü kalanlar yükler. Ya da ben öyle sanıyorum. Bu seferki ziyarette de konu aynı idi. Kriz benim departmana ve bazı bölümlere de sıçramış, her akşam bugün de kimse gitmedi diyerek günü kurtarır olmuştum.
Teşhis: “Hem duygusal, hem salak, hem de sıra ona da gelebilir, haberi yok” olmuştu.

Aradan zaman geçti, radikal kararlar alındı, köklü ama yeni kurulan yeni bir işe girildi. Yine tam iki yıl sonra, bir telaş bir hareket. Bu sefer konu “küçülme” değil, “birleşme”.

Bu şirket birleşmeleri insan birleşmesine benziyor. Pek tabi burada gitme kalma hesabı daha fazla ama genelde görücü usulü başlayan süreç, söz, nişan ve akitle son buluyor. Ya da “ayrı dünyaların insanlarıyız” tadında alınan altınlar geri veriliyor. Hendşeyk hem de gold. Ve maşirket hepimiz bir takım iş görüşmeleri yapıyoruz yeni patronajlarla.

O gün kim fön çektirmiş, kim takım elbise giymiş, kim normalden daha özenli bir haldeyse anlıyoruz ki iş görüşmesi var. 45 dkda bir, biri ayrılıyor binadan ve o sırada başka biri görüşmeyi tamamlamış geri geliyor. Bazılarını kapıda karşılıyor arkadaşları. Köşedeki polis arabasındaki memurlar ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. Acaba hiç saat tuttular mı? Hiç iki bina arasında gidip gelen insanların yüzlerine baktılar mı? Kaygı, tasa, endişe, sevinç, mutluluk.

Şirketlere girip bir daha başlarını dışarı çıkarmamış o kadar çok insan var ki. Hiç başka alternatif aramamışlar, hiç iş görüşmesine gitmemişler ve hiç özgeçmiş yazmaya gerek görmemişler. Burada da 10-15 yıl arası gelen bu sürpriz telaşı daha telaşlı hale getiriyor.

Birileri “ceket mi giysem yarın?” diye soruyor, diğeri “mutlaka” diyor. Bazıları işleri nedeniyle hiç gerek olmadığı için belki de ödünç alınmış ceketlerle yola koyuluyor. Bazen yolcu ediliyorlar, bazen karşılanıyorlar. Taktik veriyorum, CV yazıyorum, CV düzeltiyorum... İçim çekiliyor. Çekildiğini belli edemiyorum.

En zoru da tüyo alınan “güçlü ve zayıf yönün” sorusu. Birden keşfettik ki kimsenin zayıf yönü yok. Yani aslında var da, farkında değiliz veya değiller. Uyduruktan etkileyici zayıf yönler bulunuyor kafa kafaya verilip. Tam tersinde de durum vahim.

Ve yine öğreniliyor ki, 10 kaplan gücünde çalışanlar bu güçlerini bile bilmiyorlar.

Bir proce bile oluşturdum konuyla ilgili. Dayatma “misyon-vizyon” kardeşler bir köşede asılı kalsınlar, ama ben sanırım herkesin güçlü yönünü öğrenmek istiyorum. Belki herkesinki aynıdır.

Sonuç olarak bir ÖSS heyecanı ile yollar tepiliyor.

“Heyecanlanma, sakin cevap ver, işte bu da suyun, haaa, okunmuş pirinçleri de at ağzına. Şeker ye zihnini açar”.

Şeytan diyor ki al çekirdeğini, örgünü, git bekle kapıda mizansene uysun. Yanına da bul bir kaç “hatimci” yandaş.

“Nasıl geçti?” son günlerin kilit sorusu.
“İyi geçti”.

“Bakalım sonuçlar ne olacak”.

“ Ay saçmaladım sanırım”.

“Ya da heyecandan yapamadım”.

Bunların konuşulduğu en gözde mekan ise sigara yasağından sonra hazırlanan açık sigara odası. İçen içmeyen herkes orada. Bu mereti içtiğime sevinsem mi üzülsem mi bilmiyorum. Ama “sokaktaki vatandaşın” kalbi orada atıyor.

Öğle tatilleri ise genelde bir araya gelmeyen insanların ve grupların birlikte yemek yedikleri ya da kahve içtikleri ritüeller haline geldi. Tanıyan tanımayan, samimi olan olmayan birlikte. Geçen gün birlikte kahve içtiğim grup yedi cihan birleşir bunlar yanyana oturmaz çeşidindeydi. Biz Türklerin zor anda “yumak” olması hali bir nevi. Bense bu durumu “Hababam Sınıfı sınıfta kaldı” ya da “Hababam Sınıfı güle güle” tadında yaşıyorum. Sanki son kez biraraya olunuyor ve sanki bir anda biri bir fotoğrafını imzalayarak bana uzatacakmış gibi geliyor. Melih Kibar o meşhur müziği; naaa naaa naa naaa naa... diye en acıklı notada çalacak. Sonra Mahmut Hoca çıkıp herkesi affedecek ve bir anda melodi en neşeli haline dönecek. Sevinçle dans edeceğiz. Adile Teyze mutluluktan ağlayarak gözyaşlarını başörtüsüne silecek.

Umut dünyası ya, biz de böyle hayal ettik.

Ama hayat bu. Böyle olmuyor.

Fransızların dediği gibi; c'est la vie

Yani “this is life”...
Ya da “nalet olsun içimdeki insan sevgisine”...

4 Ağustos 2009 Salı

TANSİYONUM GÖZÜME DARP ETTİ



Aslında kan çanağı gözlerimi koyacaktım ama çocuklar için sakıncalı olabilir. Yani mevcut görüntüm “+18, şiddet ve korku öğeleri içeriyor”.

Cumartesi sabahı bir acıyla uyandım. İnanılmaz bir baş ağrısı. İlaç aldım ama sol gözümde olduğunu iddia ettiğim ağrı geçmedi.
Eyvallah.

Pazar sabahı da aynı ağrıyla kalktım. Mutfağa doğru giderken dolabın aynasına iki kez baktım. Bir de ne göreyim, göz kapağım kıpkırmızı ve gözümde bir kanlanma var. Amanın dedim, neden olabilir ki. Hemen bir bilene sorduk.

Kısa bir süre içinde ver elini yeni hastanemiz.

İçeriği girdiğim andan itibaren herkes darp görmüşüm gibi bakmaya başladı. Hatta bakmakla kalmadı sordu. “Evet darp gördüm, BJK-Fener maçına gittim, arbede çıktı, ben de dayak yedim”. Kardeşim darp görsem karakolda olurum.

“Peki bu durumu nasıl açıklayacaksınız?”. “Valla ben açıklamayı pek düşünmüyorum, sizin açıklamanızı bekliyorum, doktor olan sizsiniz”. Birbirinin aynı sorular, aynı meraklı bakışlar.

“Bir de nöroloji uzmanımız görsün”. Peki o da görsün. Ona da aynı açıklamalar. “Tomografi çekelim” eyvallah.

Nihayet beyinde bir kanama olmadığı anlaşıldı, yüreklere su serpildi. Ani stres, tansiyon yükselmesi ya da zorlamalarda olabilirmiş bu kanama.

“O zaman bir de kan testi yapalım”. “Neden?” İşte bu soruya şöyle bir yanıt aldım: “göz doktorumuzu evden çağıracağız, zaten 1 saati bulur, o zamana dek kan testi de yapalım”.

“Pazar ya işler kesat herhalde. Kardeşim 2 hafta önce check up yaptırdım hastanenizde”.

Ver elini nöbetçi göz hekimi bulmak için başka hastane.

“Ne oldu size, darp mı var?”. “Bende yok, sizde olmasına ne dersiniz?”

“Sizi hemen nörolojiye göndermemiz lazım”. “Yok ben şimdi oradan geliyorum, size gönderdiler, selam da söyleyecekmişim”.

“Aleyküm selam. Bu arada ucuz atlatmışsınız”.

Darp dediğin böyle olur değil mi? Şimdi ne mi yapıyorum, elimde tansiyon aleti psikopatca tansiyonumu ölçüyorum. Bir de akşama çocuk misafirlerim var, korkmasınlar diye gözümü kapatıyorum.

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...