27 Ekim 2010 Çarşamba


Sonu getirilemeyen yazılar silsilesi…
Özet: 36 yaşında yeni bir hastalık edindim: Odaklanamama… Tam bir yazıya başlıyorum, tıkanıyorum. Bu durumda ev halkının tabi ki önemli payı var ama yine de her konu bir a 4 yazmaya değer olmayabiliyor. İşte bazı günlük tespitler.

Havayı Koklayan Adamın Karısının Yengesi Yok, böyle değildi filmin adı. Sanırım şuydu; Zamanda seyahat eden adamın karısı…
Adam genetik bir bozukluktan zamanda yolculuk ediyor. Kah olgun bir beyefendi, kah 20yaşlarında bir delikanlı. Eşini de bebekten bağlıyor kendisine. Kızcayız evcilik oynarken giriyor gönlüne. Ve kendi kızı 5 yaşındayken gerçekten ölüyor.
Bu arada adam o zamandan bu zamana giderken elbiselerini de bırakıyor, nü dolaşıyor. Heyecanlı bir film. Ama senaryoda benim de imzam olmalıydı.
Esas oğlanımız hiç birilerinin yatak odasına girip kıskanç kocalardan kaçmak durumunda kalmadı –hiç olmazsa Mavi İstridye Bar’a girseydi-, ya da Davos’ta liderler fotoğraf çektirirken en önde yer alıp fotoğraf karesinde yer alıp, “bir daha da gelmem” deyip, ortadan kaybolmadı. Filmi izlerken Forrest Gump’da siyah beyaz kareleri anımsadım. Ben en çok onlara gülmüştüm. Ne biliyim ben olsaydım böyle kurgulardım. Git gel aynı hatunun yanı. Ben o yüzden senarist olamıyorum ya.

Okuruz icabında…
Pozitif bilimlere benden daha fazla inandığına kefil olduğum bir arkadaşımı geçenlerde elinde bir su şişesi ile çalıştığı şirketin güvenlik görevlilerinden biriyle sohbet ederken buldum. Beni görünce biraz bozuldu.
Su şişesinin ağzına kadar dolu olması dikkatimi çekti ilk. Normalde dudak payı vardır ya.
Güvenlikçi çocuk suyu pencerelere bakarak içmesini öğütlüyordu. Annesi öyle demiş. Anladım ki su bizim bildiğimiz gariban bir kaynaktan değil bol tükürüklü bir yerden geliyor.
Günlerdir güvenlikçi çocuk ve annesi ve de bu arkadaş arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışıyorum. Olası senaryo ve söylemlerim şöyle:

Güvenlik: A Bengü Hanım, yorgun görükküyorsunuz, annemin harika bir okunmuş su tarifi var, denemek ister misiniz?
Bengü: Ay neden olmasın? Kih kih!

Bengü: Günaydın Güvenlik Bey, başım döndü bir an, mamafih keşke bir okunmuş su olsaydı.

Bengü: Ahhhh!
Güvenlik: Hayırdır kuzum? Bir sorun mu var?
Bengü: Memur bey, bu aralar hiç iyi değilim, doktora gittim nazar dedi.
Güvenlik: Bu işi bana bırak tatlım. Bildiğim çok iyi bir şifacı var.
Bengü: Kurşun da döker mi?

Kafam hala basmadı da, lessons learned: Acilen bir okunmuş su da biz kapmalıyız….

Yarışma varmış diyollaaadı… Sen de katıl diyolladı…
“Zamane hatunları” ne kadar zamane olacaklarını yazacaklarmış. Ben de arkadaşlarımın gazına geldim ve ilk başta “aman ne olacak ben de yazar bir ödül kaparım” dedim. Sonra yememeye başladı. Birkaç deneme yazdım, kendimden tiksindim. Tamam kabul ediyorum komik sayılırım, dolayısıyla da komik ve manyak olayları ve de insanları da çekiyorum. Ama yazı bir noktada “gençliğimin hayrını görmedim” noktasına geliyor ki içler acısı. Kendimle ilgili başarı hikayelerini dile getirmekte de tam bir embesil olduğuma göre ancak acınası ya da gülünesi olmaktan öteye gitmiyor. Ben de dedim ki hazır 3 kişi var beni takip eden –tamam belki daha fazladır bilemem- ben de onlara yazarım.


Maya’nın Patileri ve Kedinler

Maya bir Türkmen. Türkçesi neredeyse bizimki kadar iyi. Ama bazı kelimelerin ardına –y yerine –n eklemesi beni kopartıyor. Misal: Kediyi getiriyim mi? Bizde; Kedini getiriyim mi? Arabayı kitliyim mi? Bizde; Arabanı kitliyim mi?
Maya’ya göre her şey benim, herkes benim.

Seviyorum seni Maya.

22 Ekim 2010 Cuma


Senin dikenin kanatır beni ve o güzel çiçeğinin kokusu beni sarhoş eder en fazla…
Ben bir kuzgunsam sen bana anka görünürsün….

Oğlumsun.

İlk adımını göremediğim oğlumsun.

O sırada ben bir fuara hazırlanıyordum. Tüyap’ta 490 m2lik bir standımız vardı ve 10 şirketin orada yer almasından ben sorumluydum. O adımı göremeyecek kadar yoğundum. Nasıl kıskanmıştım Bedriye Hanımı bilemezsin, o bana “sürpriz bugün ne oldu?” diyerek kapıyı açtığında ve güzümün önünden hızla geçen bir kıvırcık kafa ile karşılaştığımda.

Seni her gün tanımadığım bir kadına ben teslim ettim ellerimle. Çoğu zaman ağlarcasına, bazen de kaçarcasına kapattım üzerinize kapıyı.
Biliyor musun, bir gün direksiyona kapanıp ağladım. Merak ettim acaba o kadın da sana benim kadar iyi bakar mı?
Ama hep işim vardı benim. Hep de sen vardın.

Konuşmaya başladığın zamanlarda gazetede patronumu gördüğünde “aaa abi bey” dedin, Ali’yi ancak o kadar anlamıştın. Ama benim şaşkınlığım daha farklıydı, o kadar insan arasından nasıl tanımıştın?
Bir akşam da seni yemeğe çağırdığımda “gelemem, iş çanışıyorum demiştin” o yarım Türkçenle pos-itleri sıraya koyarken.

Bir gün bana işi bırakıp sınıf annesi olmamamı teklif etmiştin. Sınıf anneleri okula sık geliyormuş. Oysa ben senin yalvarmaların üzerine işten izin alarak seni almaya gelebiliyordum. Hem de bunu yılın annecilik olayı yaparak.

Ben hep neden “senin için sensiz kaldığımı” sorgularken bir gün anladım. Çünkü bir gün yalnız kaldık. Baş başa; Sen, ben, Maya ve Nane.

Maya gelene dek eve gelen bakıcıları sevmedin. Her seyahatimde yedek timler geldi başka bir şehirden senin için.

Ama Maya da kanına girdi senin ve o sırada bir baktım ki büyüdün.

Artık kırmızı oje sürmemi sevmiyorsun. Fazla makyajın bana yakışmadığını da. Sigarının yüzümde sebep olduklarını ellerinle sen gösteriyorsun. Seninle alışverişe çıktığımızda aldığım kiloları sen fark ediyorsun. Ve bana yakışanı da, yakışmayanı da.

Ve gerçekten büyüdün. Artık ben seyahatteyken “sen dikkatini işine ver, burada her şey yolunda” diyorsun. Minik kedi Nane’ye ağabeylik yapıp benim yokluğumu hissettirmiyorsun” ve canın acırken bile annem uzakta diyerek beni değil babanı arıyorsun.

Ve artık her telefon görüşmemiz sonunda “beni sevdiğini söylüyorsun”.

Büyüyorsun.

Belki tam, belki yarım.

Senin hangi yarın yarım kaldı bilmiyorum.

Benimse seninle ilgili pek çok yarım hikayem var. Benim sebep olduğum; En coşkulu anılarını dinlerken aklımın ertesi günkü sunumda olması, sana iyi geceler dilerken bu ay sonunu nasıl getireceğimizin hesapları, senin en küçük başarısızlığında kendime biçtiğim payeler…

Dilerim senin hikâyelerin benimkiler kadar yarım olmaz. Her sabah işe gitmek için koştursa da, annenin gözleri yeni bir güne sen var olduğun için açılıyor. Annenin eli telefona sen eve geldiğinde gidiyor. Annen tıpkı senin yaptığın gibi “kendini kağıda dökmeyi seviyor”. Çünkü o senin, senin tabir ettiğin gibi; savaşçı annen.

18 Ekim 2010 Pazartesi

The sheltering sky


Yazdan kalma bir günden,
Ya da çölde çay filminden
Benimde sahneler aklımda
Seninkilerden farklı ama….

Sanırım Teoman ve Şebnem Ferah’ın o düetlerinde bu tür sözler vardı. O zamandan beri filmi hatırlamaya çalışıyordum. Nedense aklımda deve kervanıyla gidilen o yol ve o güzel gözlü arap çocuk yerine filmin ana karakteri vardı. Tahminen Teo çadırda geçen günleri, Şebo da masum aşk sahneleri anımsıyordu bu şarkıyı söylerken…

Bu hafta sonu dvd’yi yerine yerleştirdiğimde harika bir aşk filminde bulacağımı düşündüm kendimi. Hayır. Aşk vardı tabi, tartışılası hem de. Ama boğuldum. Sanırım ben daha önceki yaşamımda çölde falan yaşamışım. Ve de bundan nefret etmişim. Belki de bir kum fırtınasında ağzıma kum dolarak ölmüşümdür. “Doğunun mistik güzellikleri” safsataları ve bunları görmeye gelen bir avuç ahmak.

Zaten macera peşindeki gezginlerin, kelle koltukta o pislikleri yaşama motivasyonlarını hiç anlayamamışımdır. Paran varsa tut bir araba gez be kardeşim. Yok illa yüzlerine sinek yapışarak ve iç çamaşırlarına kadar su içinde kalarak dolaşmak zorundalar. Hatta erkekler mutlaka ceket giysinler ki daha kurumsal olsunlar.
O ter ve kum üzerlerine yapışmışken ve tahminen en az bir ay yıkanmamışken de mutlaka sevişmeleri lazım. Ben “water world” ya da Mad Max gibi filmlerde de ana karakterleri ıslak mendille silmek, bebeleri de yıkamak isteyen bir kadın oldum. Hiç bana göre değil bu sahneler.

İlkellik…
Tamam doğru da olsa Arap ülkelerinin ilkelliğinin bu kadar ortada olmasını da sevmiyorum sanırım. Belki sonrasında bizlerle karıştırdıkları içindir. Geçen akşam National Geographic’te İstanbul’u gezen çocuk vapura binmeye çalışırken “bunlar da sıra nedir bilmiyorlar” yorumları yapıyordu. Sanırım ben bu gezginlerin hepsine gıcığım.

Bu sabah, neredeyse son bir yıldır her iş günü yaptığım gibi ne bahane uydursam diye açtım gözlerimi. Sıcacık yatak daha da sıcak geliyor böyle sabahlarda. Hava yağmurlu. Evde bir uyku kokusu. Maya şimdilik uyanmış. Belki ki hepimizi sepetledikten sonra yine yatacak.
Birkaç haftadır bu durum daha da canımı sıkıyor aslında. Geçenlerde bir arkadaşımın doktorunun rutinden kurtulmak için verdiği tavsiyeleri benimle paylaştığından beridir Maya’yı bir gün işe göndermek istiyorum.

Bir fincan kahve eşliğinde giyiniyorum.

Can hala horul horul uyuyor. Yine bacaklarının arasına almış yorganı. Ayaklar da giderek büyüyor. Önce ayaklarını öpüyorum. Hafta sonu burkulmuş bir bileğimiz var. Küçük parmak hala mor ve şiş.

Sonra usulca yanağına yaklaşıyorum. Hadi oğlum kalkma vakti diyorum. Yanağından öpmemi bekliyor, öpünce diğerini uzatıyor. Ve sonra o da benim yanaklarıma yapışıp sarılıyor.
Her sabahki ritüelimiz bu, işte o sarılma seansında ben de yanına kıvrılmak istiyorum. Sabahları daha mı güzel kokuyor bu bebeler?

Maya’nın hazırladığı giysilere bakıyorum. Evet, bugün beden eğitimi var. Hala karıştırıyor bazen Maya. Çantasına bakıyorum ve haftanın ilk gününden yorgun ve bıkkın bir şekilde dışarı çıkıyorum.
Hay seni be yağmur! Benim dışarı çıkmamamı mı bekledin?

Topuklarım yine otoparktaki lanet olası boşluklara giriyor. Birbirinin üzerine çıkan arabalardan korunarak ofise ulaşıyorum.

En iyi yerler kapılmış. Son kattaki iyi niyetli vale çocuk tebessüm ediyor ve yer gösteriyor. Sanki o söylemese bulamayacağım. Kimseyle sosyalleşmek istemiyorum henüz.

Nesli yokmuş bugün. Oysa sabahlarımın dert ve neşe ortağıdır kendisi.

Kendim gidiyorum kahve almaya. Yine yağmur bastırıyor. Çocuk her zamanki gibi 2. kahveyi de hazırlarken “bu sabah tek” diyorum. Onlar da alıştılar her sabah iki kahve almama.

Yağmur altında dün marketin yanlış gönderdiği sigarayı içiyorum. Yine ofisten bir sürü insan geliyor. Şu anda sosyalleşmek istemiyorum diyorum ama kimse anlamıyor.

Pardösümü başıma alarak ofise dönüyorum. Nazlı geliyor ağzında trafiğe ettiği kalabalık küfürlerle. “Bir kedi var otoparkta” diyor. Yasemin, ben ve Nazlı elimizde sütlerle otoparka iniyoruz. Minik bir miyav sesi ile otopark inliyor. Valecan bizden önce kedinin karnını doyurmuş olmanın mutluluğu ile hayvanları ne kadar çok sevdiğini anlatıyor. Krem FIP’ten öldüğünden beri sokaktaki kedilere dokunamıyorum. Ama hayata otoparkta tutunmaya çalışan bu kara kedoş bana çok iyi geliyor.

12 Ekim 2010 Salı


Bu eve taşındığımdan beri ustalarla kankayım. Ama yanda fotoğrafını gördüğünüzü aslen hiç tanımıyorum.

Bir tanıdığım “birine beddua etmek istersen evine usta girsin de” derdi. Beddua etmem de, etmeyi düşünsem de “evine usta girsine” gelene dek başka standartlar şeyler düşünürdüm herhal. Çok yaratıcı biri olmamakla beraber son zamanlarda kara kaplı deftere yazdıklarıma bu dileği de iletiyim diyorum.

Dediğim gibi bizim ev ustadan geçilmiyor. Vailant’cılar evin elemanı oldu. Yakında beraber fal bakarız diyorum. Bunun dışında bir Pınar Mahallesi olsun, bir Derbent olsun, tüm tesisatçı ve elektrikçiler bizim evi biliyor. Ev sahibimin yıllar boyunca eve bir çivi çakmamasının haricinde, evde tüm gün yatmalarına sebep olduğum bakıcı tayfası da aşırı ve dikkatsiz hareketleriyle bu tamiratlarda pay sahibi.

Buraya taşındığım ilk aylar sanki tüm tesisat beni bekler gibi çatlayıp patladığında o sırada evdeki Moldov bayan şunu söylemişti; aaybin hanım, bu uğursuz ev yine akıyor.
Ev uğursuz muydu bilmiyorum ama o sırada saat 21.30’du ve tüm ev banyodan gelen bir suyla doluyordu.

Evimizin tesisatçısı mertebesine erişen Sülüman Bey ise ne yazık kim mevcut bakımıza yan gözle baktığı hatta bakmakla kalmayıp onun telefonundan kendini arayıp bir numara daha kaydettiğinden beri benim gözetimim olmadan eve giremez olmuştu. Ancak tesis ettikleri de 1 ay içinde bozulunca başka arayışlara girmiştim.

Misal geçen gün eve bir Laurel Hardy geldi.Bunlar pek bir kurumsal çalışan bir tesisat firmasının elemanları. Hatta o kadar kurumsallar ki İstanbul’un her yerine gitme taahhütlerine rağmen sadece servis ücretleri 60 TL, aldıklarını yazamıyorum bile. Laurel ve Hardy tam 4 saatte çıktılar bu evden. Yapılması gereken ise sadece iki klozetin sifonu idi. Bir ara Nane’nin tuvaleti olarak kullandığımız küçük tuvalettin klozetini koridorda gördüğümü anımsıyorum, bir de arabalarından devamlı bir şey almaya gittiklerini ve durmadan kapıyı açmak zorunda kaldığımı. Şimdi eskisinden daha fazla akıtan bir sifonumuz var. Nasıl?

Geçtiğimiz günlerde de bir türlü ısınmayan kalorifer peteklerini temizletmek için farklı bir ekip çağırdım. Gayet iyilerdi, haklarını yemiyim. Ama bunlar da yaptıkları her işi gösterip “aferin” alma telaşındaydılar. Yine yerime oturamadım. Neyse bu işkence maaile tüm odaları gezip ve kaloriferlere dokunup “amanın ne de güzel ısıtıyor, ay elim yandı” diyene dek sürdü. Bir ara kendilerine dönüp “biliyor musunuz buraya gelip gitmeye devam ederseniz sanırım 2 yıl içinde sizinle rakip olucas” dedim. Daha şişman ve renkli gözlü olanı belli belirsiz tebessüm ederken diğeri deliymişim gibi baktı.

Adamlar tam giderken oğlanın 1 aydır kenarda duran dolap kapaklarını takmamıza yardım etmelerini rica ettim. 30 dk sürdü. Onlar gittikten sonra Maya “abla hiç açılmıyorlar artık” dedi. Çalışma masasının üzerine çıkarak her ikisini de çalışır hale getirdim. Hayır onlar gitmeden baksaydım şimdi kendime 3 sigaralık bahşiş vermiş olacaktım.

Bu arada kombinin altı hala akıyor…

11 Eylül 2010 Cumartesi



Tamam itiraf ediyorum.
Bu şehre aşık oldum.
Akdeniz güzelliğinde, Avrupa düzeni.
Tekrar ziyaret etmek için harika bir sebep.

Yolculuk, sandalye kıvamındaki koltuklarla bir charter seferi ile başladı. Fazlaca söz etmeyeceğim, başka da ne diyim. Uçağımız 1970’lerden kalmaydı adeta. Ama dert etmedik. Toplantı için de olsa Barcelona Barcelona’dır.

Charter da hayalim aksine davuk ve beyaz sakallı beyaz keçi yoktu. Olsalardı önlerinde fotoğraf çektirecektim.

Uçağımızın havaalanına inmesi ve valizlerin Mısır’dan gelen Katalanlar arasından alınabilmesi oldukça fazla zaman aldı. Her zamanki kabusu gördüm; ya valizim çıkmaz ise.

Plandığımın aksine şehre inmek için vakit olmadığını gördük otele vardığımızda. Allah’tan hemen karşımızda bir alışveriş merkezi ve bir sürü restaurant vamış. Benim gibi yeme-içme konusunu sevdiğini anladığım bir ekiple gözlerle anlaştık ve toplantı öncesinde kalan 1.5 saatimizi bira ve patates kızartması ile geçirdik.

Bize verilen tişörtlerle kongre merkezinin yolunu tuttuğumuzda “business casual” denen şeyin sadece bizim tarafımızca doğru anlaşıldığını gördük. Diğer ülkelerin vatandaşları ağırlıklı olarak içlerine ya dantelli don ya da donsuz olarak giydikleri beyaz pantolon ve şort ve parmak arası terliklerle katılmışlardı. Biz gariban Türk hatunları da yürüyen merdivenlerde söz konusu arkadaşların sergiledikleri manzaraya bakmak suretiyle eğlendik.

Barbekü alanına vardığımızda ise bizi bir dizi sürpriz bekliyordu: aç ve susuz kalmak. Tabi bu bana hiç uymadı. Bir süre yemek kuyruklarına girip dışarı atıldıktan sonra kendimizi La rampa’da bulduk… Sonrası da çorap söküğü gibi geldi zaten.


Taksi şöförlerinin çoğu Pakistanlı. Ekvatorlu olan bile gördüm. Bizim “where are you from?” olarak yöneltilen tüm Türk işi sorularımıza en içten yanıt verenler onlardı. Türk merakı işte. Anlaşabilseydik “sizin işiniz de zor vallahi” derdik ama olmadı.

En turistik yerlerde bile İngilizce konuşamıyorlar. Hatta bu kadar İngilizce konuşamayan bir topluluğu ilk defa görüyorum. Barcelona’da hem Katalanca hem de İspanyolca konuşuluyor. Yani halk her ikisini de bilmek zorunda bir nevi. Bu durumda üçüncü dile gerek olmayabilir.

Garsonlar ya siyahi, Faslı ya da o taraflı. Kibar olduklarını hiç söyleyemeyeceğim. Hatta sipariş vermek ve beklemek biraz güç. Bizim garsonların kıvrak zekası da hiç yok, asla bir hesabı 3’e bölemiyorlar.

Deniz ürünleri hayatın rutininde. Her şeyde var. Ve genelde harikalar. Paella, sangrea, tapa, yaşam… Benim gibi iyi yemek yerken mutluluktan gözleri dolan insanlar için biçilmiş kaftan Barcelona. Biraz kilo aldıysak kime ne zararı var ki?

Barcelona’ya vardığınızın 2. saatinde OLA’nın sihirli söz olduğunu anlıyorsunuz. Sonrasında kıvransanız da OLA demeniz lazım.
İnsanlar fiziksel olarak bize benziyor. Çok sarışın yok, var olanlar da ya Rus ya Alman. Ama gece kulüplerindeki İspanyol dilberlerin güzelliğine ağzım açık kaldı. “Bunlar kadınsa biz neyiz?” dedim. Sonra barmenleri görünce “bunlar erkekse…” diyerek ekip arkadaşlarımızı süzdük göz ucuyla. Eminim onlar da ilk günden beri bizimle ilgili aynı şeyleri düşünüyorlardı.

Trafik de düzenli olmasına rağmen Akdeniz esintisi taşıyor. Kendimi “nasıl olsa dururlar” diye otobüsün altına attığımda (kırmızı ışıkta) aslında oranın bir Akdeniz kenti olduğunu unutmuşum. Arkamdan yola atlayan diğer arkadaşım ve asıl ben otobüsün altında kalmaktan son dakika kurtulurken, arkamızdan bakan diğer Türk çığlık atıyordu.
Bir diğer gezenti ekibi de fotoğraf çektirirken bir otobüse kurban gidiyormuş.

Şehir turundaki rehberimiz bizi arabalar konusunda uyarırken ve de trafik kazalarının üçte birinde yayaların pert olduğunu anlatırken verilmiş sadakalarımız olduğunu anladık.

Her memlekete bir Gaudi lazım. Uzun süredir bu kadar etkileyici binalar ve eserler görmemiştim. Hoş Barcelono’da binalar da, caddeler de inanılmaz bir düzende yapılmış. O görüntüye o kadar alışmışım ki Sabiha Gökçen’e inerken bu şehrin düzensizliği ve çarpıklığı çok rahatsızlık vericiydi.

Kendimi yine Can’a alışveriş yaparken buldum. Oyuncaklar, giysiler. Sevgili arkadaşımın tüm “Can artık büyüdü, bir beden büyük al” uyarılarına rağmen düdük gibi almasaydım en azından gelmesinden korktuğum kredi kartı ekstresiyle yüzleşmek daha kolay olacaktı. Bu arada Barcelona ucuz bir şehir değil, gitmek isteyenlere duyurulur. Bizim kaldığımız Diagonal dedikleri caddedeki alışveriş merkezinin en alt katında bir outlet olduğunu son gün ve son 15 dk’da öğrenmemiz pek iyi olmadı. Artık bir dahaki sefere ne diyim.

Son günümüzde ise yoğun toplantı trafiğinden kapanış toplantısına zor yetiştik. Bu sefer de yemek vardı ama tabaklar tükenmişti. Olsun. Harika bir flemenko gösterisi vardı salonda, dışarıda da güzel bir sohbet. Gerçi gecenin sonunda ekibimizin tüm erkekleri kendilerini Türk bayan meslektaşlarından kurtarıp alemlere akmışlardı ama artık taksiyle otelimizi süper rahat bulabiliyorduk…

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ölü Erkek Kuşlar...

Ölü erkek kuşlar.

İnci Aral’ın güzel eseri.

Bulunduğum ülkede, memleketimizden gelen tüm erkekleri ve/veya erkek kuşları ya da her ikisini de öldürmek isteyebilirdiniz. En azından birileri isteyebilir.

En fettan –fettan burada her türlü cinliğe aklı eren ve de güvenmeyen olarak kullanılmıştır- kadın bile bir noktada sevdiğinin masum olduğunu düşünebilir. Tüm yeminler billahlar, gözlerin o kadından başkasını görmemeler, sahip olunan mutlu aile, yabancılardan iğrenme hikayeleri.

Akıllıyım. Olasılıkları sevmesem de düşünürüm. Sadakat söylencelerinin de boş kelimeler topluluğu olduğunu bir süreden beri yaşayarak anlamakla beraber, yine de kalbimin ve aklımın bir köşesi inanmak istemez. İstemedi, istemiyor, istemeyecek.

Erkek denen varlığın yoldan sapmasına her zaman ramakların kaldığını bir kez daha gördüm. Ve de görmeye devam edeceğim korkarım.

Güzel bir ülkede, muhteşem bir şehirdeyim. İnsanın baştan çıkmaması –baştan çıkma içinin neşeyle olması, gezme, yeme-içme ve de alışveriş yapma anlamında söylenmiştir- imkansız. Ama yaptığım tespitler şunu gösteriyor ki bir erkeğin baştan çıkması için evinden 100 km uzakta olması yeterli. Bunu ben değil, bizzat baştan çıkan ve de bunu açık yüreklilikle itiraf eden erkeklerden biri söyledi.

Şunu sordum; peki evine döndüğünde ne hissediyorsun? Yani bir utanma, kendini suçlu hissetme, ya da başka bir şey?
Yanıt şuydu: İlk sefer kötü hissettim, sonra alıştım.
Soru: Peki eşin aynını yapsa?
Yanıt: Ya yaaniii bilemiyorum. Yapmaz ama…

"Evet aynını eşin de evin de senin için düşünüyor" dedim içimden. "Herkeşşş yapar, benimki yapmaz".

Tahminen 300 kadın şu anda evde oturmuş boynuzlarını cilalarken kendilerine alınan parfümleri de boynuzlarına sıkıyorlar diye tahmin ediyorum.

Ve diliyorum ki, kimsenin ölmesini istemem. Ne erkeklerin, ne kuşların. Ama ikisinin kombinasyonunun da ciddi telefler umut ediyorum…

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Hay Psikolojinize...

Dost meclisinde konuşuyorduk. Herkes aynı dertten muzdarip. Şimdiki neslin davranışları, ettikleri laflar o kadar garip ki. Hepsinin psikolojisi “az sonra çıkmak” üzere popolarında atıyor.
Bir ters bak hemen bunalım. Bu sadece benimki için geçerli değil Allah’tan. Ya da sevinmemeliyim mi bilemiyorum. Belki bir benimki olsaydı çözüm daha kolay olurdu sanki.

Misal adam annemlerin yazlığına gitti. Sırf o mutlu olsun, anneanne-dede görsün, havuza denize girsin diye iki haftasonum yollarda geçti. Tak bir telefon:” Anne çocuk dediğin tatilde eğlenir, benim canım sıkılıyor burada”.
Bizim eğlenmemiz için bir su birikintisi yeterli idi. Bir yaz tatilinde mıkırdanmadan 20 kitap okuduğumu hatırlıyorum, hem de ilkokul 3’te.
Paşamızın içine “bunalım girmiş, orası ne kadar da sıkıcı biryermiş, bir daha da gitmezmiş”.
“One minutes” dedim, “sen orada mutlu ol diye bir haftadır kimse TV izlemeden senin smack down oyununa konsantre oldu, ayrıca her gün yüzüyorsun”. O sayılmazmış.

Bir hafta sonra canının sıkılmayacağını varsaydığım bir tatile gittik. Eh işte. Nispeten daha az sıkıldık.

Bir arkadaşım “senin oğlunla konuştuğun gibi annem benimle konuşsaydı herhalde sandalyeden düşerdim, kadına bir şey oldu diye” dedi. Evet. Aynen öyle. Annem beni karşına alıp “hıım, sanırım üzülmüş olmalısın, bunu çözmemiz için neler yapabiliriz bir bakalım” demedi. Üstelik benim ki “uff anne, sen de bizim okulun rehberlikleri gibi konuşmaya başladın” diyor.
Annelerin gözleri belermeye başladığı zaman kaçmak gerektiğini anlamak lazımdı. Bir arkadaşımın annesinin de ona fırlattığı terliklerin L şeklindeki koridoru da geçmeyi öğrendiği rivayet edilir. Şimdi hem onlara hem kendime bakıyorum, gayet de normal insanlarız. Psikoloji lafını bile lisede duymuştum.

Sadece benimkine değil, diğer bebelere de aynı duyarlılıkla yaklaşmaya çalışıyorum. Ama dün gece yeni bir teknik uyguladım çok işe yaradı.

Can’ın bir arkadaşı var. Cuma akşamları smackdown saçmalığını izlemek için bize geliyor genelde. Her seferinde “yemin billah sorun çıkarmayacağım” diye geliyor, gecenin köründe yok midem bulandı, yok bilmem ne diye ailesini çağırıyor ve gidiyor.

Dün akşam da aynı şey oldu. “Artık söz veriyorum bu gece sizde kalacağım” dedi. Saat 02.00’da evde bir koşturmaca. Bir anda ben, bakıcımız Maya, Can ve kedimiz Nane çocuğun başında hayretler içinde mini bir toplantı halinde bulduk kendimizi.

Annesini araması ve eve gitmesi lazımmış. Önce her zaman olduğu gibi sakin sakin onu neyin rahatsız ettiğini bulmaya çalıştım. “baksanıza midem bulanıyor ve titriyorum” dedi. Hayatımda hiç böyle bir titreme görmemiştim, gayet stabildi zira. İşte o zaman geldiler…

Setçe “bak çocuğum senin her seferinde bunu yapmandan çok sıkıldım, bu saatte anneni de arayamazsın, kimsenin seni eve bırakmasına isteyemezsin, ben hayatta sokağa çıkmam, annenin de çıkmasına izin veremem, şimdi beni sinirlendirme istersen, hemen yat ve uyu” dedim. Evdeki tüm telefonları da topladım bir güzel, kadıncağızı korsan aramasın diye. Ve adam sanki haftalardır bunu duymak istermiş gibi bir güzel uyudu.

Keşke geçenlerde kalan ve saat başı başımda beni izlerken bulduğum, oğlum ne oldu dediğimde de “ben pek alışkın değilim başkasında kalmaya, psikolojim bozuldu” diyen velete de aynı şeyi yapsaydım.

Benim de içime “bunalım kaçmadan” biraz annemden ders almalıyım sanırım…

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Ağustos'un 17'si...

Tam tatille ilgili yazılarımı girerken o tarih gözümün önünde canlandı.

17 Ağustos 1999.

O sabaha arabalarda uyanmışken ne olduğunu anlayamamıştık bile. Sonra yüzümüze vuran acı gerçekler.

Adapazarı hala ceset kokar benim için. Hala Gölcük denince canım acır. İzmit’ten geçerken körfezde başka kimlerin yattığını düşünürüm.

11 sene sonra hala orada burada yazılan “ne yaptık” yazılarına sinir oluyorum. Hiçbir şey yapmadık. Popomuzun üzerine oturduk.

Ben oturduğum binanın sağlam raporu alması için uğraştım kendi çapımda. Deprem bölgesinde gördüklerimden sonra ölesiye korktum bu afetten. Ama olmadı. Kontroller ya çok pahalıydı ya kimsenin önceliği değildi.

Pek çoğumuz, artçılarda kaç ölçeğinde sallandığımızı bilmemize rağmen temelimiz sağlam mı öğrenemedik. Bizim sitenin yarısının dayısı Kandilli Rasathanesinde çalışırken, çocuklarımıza okullarda “sıranın altına girin” öğretildi.

Ben 9 sene arabamın arkasında taşıdığım ve itinayla içindeki suyu, konserveleri yenilediğim deprem çantamı 2 sene önce emekliye çıkardım.

Unutmadık diyorlar. Nasıl unutmadık. Öyle bir unuttuk ki. Kulaklarımızı tırmalayan uğultuyu, o korkuyu, o kokuyu, ailelerini kaybedenleri öyle bir unuttuk ki…

Hazır unutmuşken bir daha hatırlamayız dilerim.

17 Ağustos 2010 Salı

TATİL ŞEYSİ...


Yeni bir tatil macerasına hoş geldiniz az sayıdaki hedef kitlem. Bu sene yine Antalya’nın güzide bir beldesinden Alles Inclusive olayından bildiriyoruz.

Bu ne demek bilirsiniz ama ben yine de değineceğim yazının devamında.

Otelimiz –hem öveceğim hem de yereceğim için adı bende saklı- güzelce bir 5 yıldızlı tatil şeysi. Giriş yaparken resepsiyondaki çocuğa “doluluk oranı nedir?” dediğimde %80 dedi ve neden merak ettiğimi sordu. Dedim ki kaçta kalkıp yer tutacağız havuz başında onu merak ediyorum. "Kih kih" etti ve "8’den önce izin vermiyoruz" dedi.

Bu arada rezervasyonumu bir arkadaşım yapmıştı ve nedense Belek Belediyesi olarak girilmiş –torpil yani- çocuklar kendi aralarında mırıldandılar ve hiç beklemeden odamıza yerleştik. Torpilin gücü bu olsa gerek oda neredeyse havuzun içinde.

Neyse ilk gün makul bir şezlonga yerleştik. Oğlan kendini su kaydıraklarına verdi. Ben, hani o bu çocuk bana ne zaman nefes aldıracak diyen ben öyle lönk gibi yalnız kaldım tüm gün. Özledim bile.

Bu arada günün büyük bir çoğunluğu etrafı izlemekle geçiyor. Genelde hep bildiğimiz tatil köyü insanları var ama bonus olarak bu sene çok baskın tipler de var. Ben çok Türklerin yakınlarında ya da onları görebileceğim yerlerde oturmayı tercih ediyorum. Onlarda “action” hiç bitmiyor.

Şeri Şeri Leydiler
Şimdi öncelikle, Türk kadınlarını tanıyorum kardeşim. Saçları hangi renk olursa olsun, göbek-popo-göğüs üçgeninden ben buradayım diyorlar. Ben de kendilerinden biri olduğum için göbeğimi gere gere dolaşıyorum. Amaaann hiç de bir şey olmuyormuş.
He bir de bizim hatunların mayo üzerine giydikleri bir tunik-elbise arası bir kombinasyon var ki kendilerini tanımamak imkansız.

Bir de kötü bakışlı bir kitle var bu hatunlar arasında. Sanıyorlar ki kendileri dışındaki tüm dişiler o yakışıklı –göbekli-kıllı-bıyıklı-kel-yamuk bacaklı- eşlerine bakıyorlar. Vatandaşlarımı seviyorum ama güzel bir ırk değiliz be kardeşim. Ne biliyim ya da bakımsızız mı demeliyim?

Burada İngilizler ezici çoğunluk olmasına rağmen bizim memleketin hatunları asık suratları, herkesi küçümseyen ve eleştirel bakışları, eğer yanlarında çocuk yoksa –çocuklular genelde daha ezik oluyör- eşlerinin üzerindeki ezici duruşlarıyla birer leydi. İngilizler halt etmiş diyim ben size. Neyse ben Elizabeth’in 4. kuşaktan akrabalarına iyi tatiller ve önümüzdeki dönemler için de başarılar diliyorum.

Erkek üçlemesi
Bu sene dikkatimi çeken de genç Türk erkeklerin üçlü gruplar halinde dolaşması. Bunu çıkardıkları gürültüyle ve aşırı davranışlarıyla herkesin dikkatini çeken “Trio de Adana” ile fark ettim. Arkadaşlardan kırık bir Türkçe ile konuşan Hayri ki kendisi tüm animasyonların baş şebeği, dövmeli ve küpeli arkadaşına Sêêrdar diyor. Bu arkadaşlar sabahtan akşama içkiler beleş diyerek içip turist kızları kesiyor.

Geçen kendilerini göremeyip Ramazan münasebetiyle kapanıp gittiler diye düşünürken başka bir Üçlü animasyon dünyasına adım attı. Onlar henüz çok yeni, çok beyaz, çok şaşkınlar. Dilerim diğer ağabeyleri gibi alemlere en kısa zamanda akarlar diye düşünürken Adana Trio’sunu akşamüstü saatlerinde ortaya çıktı. Neyse onlar da turist kızlarımıza hayırlı olsun.
Not: Bu iki ayrı 3’lü grup birleşip Voltran’ı oluşturdular sonra. Kafa tabi ki Hayri’de kaldı.

Ben bu kadar çirkin animatörü bir arada görmedim.
Allah günah yazmasın ama öyle. Kavruk, sıska, sevimsiz bir sürü “aşırı” ortalıkta salakca dans ederek dolaşıyor. Geçen sene kaldığım yere bu konuda iltifatlar yağdırmıştım ama bu arkadaşlar ne yazık ki hak etmiyor.
Kavruklardan birinin adı Sinba. Bence ‘Sivilceli sinba’ deselermiş daha iyi olurmuş zira Sinba’nın sırtındaki sivilceleri patlatmak için otelin yarısı “yeni animasyon” diyerek kandırabilir. Ama nedense Can kendisini pek sevdi. Bu arada bu arkadaş havuz kenarında oturan bayanları arkasından suya itiyor. Aynı sululuğu bana yapıp su geçmeyen kıvırcık saçlarını çekeceğim günü bekliyorum.
Diğer bir ana karakter de adının Alex olduğunu söyleyen bir diğer sevimsiz kişilik. Can onu da beğeniyor ama Alex olması imkansız. Dedim ki oğlana ‘oğlum bu abinin adı olsa olsa Abdurrahman olur’. ‘Hayır’ dedi, ‘o Alex’. ‘Peki’ dedim. Yandaki kısa bacakları ve iri poposuyla seksi dans rekortmeni de Michelle’dir kesin.
Bu arada döndüğümüzde hem kendime hem oğlana IQ testi yaptıracağım. Sanırım bu animasyon aleminde hücrelerimiz zarar gördü.
Not: Sinba adındaki arkadaş dün akşam Hint fakirlerinin o çiviler üzerinde durdukları gösteriden yaptı. Sanırım sivilceler patlaşmıştır.

Yer kapmaca
Geçen sene böyle olmamıştı. Dediğim gibi ezici çoğunluk Batı Avrupa olmasına rağmen –hani daha uygar, daha iyi- sabah 08.30 itibariyle şezlonglarda yer kalmıyor. He aslında tüm gün havlular güneşleniyor zira kapılan yerlerin sahipleri genelde havuzda olmuyor. Bu nasıl bir mantık bilemedim. Ben de yıllar öncesindeki anılara geri dönüp oğlanı rahatca gözleyebileceğim bir yer bulmak umuduyla 8.20’de elimde havlular dolaşıyorum. Misal, bu sabah havlulardan birini üzerime örtüp uykuya dalacak kadar da yorgun oluyorum.

Bu arada yer tutma durumu restaurantlarda da aynı. Yıllar önce çok yıldızlı bir otelde masalara akşam 18.00’da şarap kadehlerini bırakıp gidenleri görünce şok olmuştum, aynı hesap. Bir toka olsun, bir gözlük, hepsi buraya oturman ha belirtileri. Yakında donunu bırakan olur mu diye merakla bekliyorum ama akşam 19.00 dedin mi her yer full… ve de hatta “full dolu”

Yemece-içmece
Yemeklere değinmişken; Can efendi kaydıraklarla arasındaki derin bağdan dolayı beni öğle yemeğinde yalnız bıraktı. Biraz salata aldım, tam çatalı batıracağım domatesin üzerinde bir kurt. Garsonu çağırdım. Doktor bu ne? Dedim. Yüzüme baktı, sonra çatala. Kuurrt dedi. Bu kurt kısmı hani niye şaşırdın gibi söylenecek. İnsan yiycek bunları dedim. Güya mutfağa haber vermek üzere gitti. O anda arıza çıkarmadım ama son vuruşu ayrılırken yapacağım.

Geçen gün de gündüz vakti bardan içecek bir şeyler almak için sıraya girmişken ve küçükten büyüğe tüm turizmciler 3 kuruş aldıkları yabancılara yalakalık ederken barı yakından inceleme şansım oldu. Meşrubatları koydukları bardakları incelemeye başladım, içlerine baktım felan. Çoğunun içinde deniz kumu vardı, geri kalanlar da pisti. “Bu ne bu?” dedim. Aynı yılışık ifade ile, “e sahile götürüyorlar” oldu. “Yıkamıyorsunuz yani” dedim. Yok yıkanıyormuş. İyi niyetli bir düşünceyle kesin üzerlerine sadece su sıkıyorlardır.

Bu arada otelin süper bir hizmeti varmış. Ramazan dolayısıyla Türkleri tek tek aradılar. Hayırlı Ramazanlar diledikten sonra Sahur’da da yemek verdiklerini söylediler. Bunları söyleyen kız arkadaş huşu içinde yumuşak bir ses tonu ile; biliyorsunuz bu akşam sahura kalkıyoruz” dedi. Ben de “yo ben kalkmıyorum, siz kalkabilirsiniz ama” dedim, kapattım.

Ben kendi adıma şu her şey dahil sisteminin kaldırılmasını istiyorum. Ya da yemediklerim içmediklerim genel toplamdan düşülsün.
Bu turist milleti sabaha kadar içip, sabah saat 10 itibariyle votka, viski Allah ne verdiyse sömürüp bu arada da yaşlısı genci güneşin altında malak gibi yatıyor. Bizim Canla toplam tatil süresince yediklerimiz sanırım 5 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu kadardır.
Zaten yemek kuyruklarında yılıp masamıza geri dönüyoruz. Pide ve pizza yemekten 1 kilo aldım. Can da biraz göbek yaptı sanki.

Bu arada bu arkadaşlar nasıl bu sıcakta tüm gün yatıyorlar güneşin alnında bilemiyorum. Geldiğimden beri elimde şile bezi bir örtü devamlı ter siliyorum –hatta şemsiyenin altında bile- ama yok bu soğuk yerden gelen dostlarımızın güneşe bu kadar dayanıklı olmaları beni delirtiyor.

Önemli not 1: Gördüğünüz fotoğraf Japonya’da bir halk havuzu değildir.
Önemli not 2: Ben yazıyı piloka koyana dek tatil bitti. Tatil köyünü Remazan’ı yatarak geçirmek isteyen Almanya’da yaşayan Türk aileler bastı. Esmer kırık Türkçeli bebeler her şezlongun altından çıkar oldu. Tam zamanı gelmişti, döndük…

21 Haziran 2010 Pazartesi

Sana da hoşçakal...


Ben hep babama özendim sanırım.

Onun sevdiği müzikleri dinledim. Bir gün baktım ki ben de çok seviyorum. Özümde varmış dedim.

Doğayı ve onun içinde yaşayan her şeyi çok sevdi babam. Ben de sevdim. Toprağın kokusunu, güneşi, yağmuru, yaşamın bize sunduklarını çok sevdim.

Atilla İlhan’ı çok severdi babam. Ben de sevdim.
Ve Nazım Hikmet’i,
Ve Rıfat Ilgaz’ı,
Ve Uğur Mumcu’yu,
Ve İlhan Selçuk’u…

Aklımın almadığı yazıları okurken bile önce babam seviyor diye sevdim. Sonra anladım ki o da, onlar da özümde varmış.

İlhan Selçuk gitti bugün. Saydıklarımdan bir o kalmıştı geriye.
O da diğerleri gibi gitti; suskun, onurlu, bilge. Diğerleri gibi yaşamının son günlerinde hak etmediklerini yaşayarak…

Şimdi elim gitmiyor telefona. Babamı aramalıyım. O belli ki bir dostunu kaybetti.

Başın sağ olsun babacığım. Başın sağ olsun ülkem. Başın sağ olsun aydınlık…

20 Haziran 2010 Pazar

Ben bugün babalar günümü kutladım.

Evet, babalar günümü.

Sabah kalktım, oğlumu bir yabancı dil sınavına götürdüm. O içerde ter dökerken güzel dostlarla güzel bir kahvaltı yaptım, bardaktaki çaylar kadar koyu bir sohbetle.

Kapının önünde çocuklarını almak için bekleyen anne baba kalabalığında parmakla gösterilecek kadar azdık. İçim biraz buruldu ailecek gelenleri görünce ama oğluma bir şey hissettirmedim. O da biraz üzgündü babası o gün çalışacağını söylediği için. Çünkü onun yanında olmak istiyordu.

Zaten başka planları olan arkadaşlarıyla ek planlar yapmaya çalışan oğluma, “haydi Kanyon’a gidelim” dedim. Bir karne hediyesi borcumuz vardı. Deli gibi korksam da o istediği uzaktan kumandalı helikopteri aldık. Sırf o bugün üzülmesin diye. Birbirimizle savaşmak için köpükten yapılmış kılıçlardan da aldık.

Sonra bir kafeye oturduk. O istediği tüm abur cuburları yedi bir taraftan oyuncaklarıyla oynarken. Arada sohbet ettik. Göz ucuyla oradan geçenleri izledim. Baba-oğul, baba-kız konseptine inat anne oğul bir biz vardık. Merak ettim, soramadım. Acaba o da benim gibi fark etmiş miydi etrafta yürüyen insanları.

Telefon seansları başladı sonra. Babası açmadı. Benim yüzüme bakıp” fabrikadaydı” dedi. “Evet” dedim. Babasına gizli gizli mesaj attım oğlun seni arıyor diye. Hakkı dedesini kutladık. Diğer dedesi uyuyormuş, uyanmasını bekledik. “Annemle konuşur musun dede” diye sordu, “annem de seni istiyor”. Karşıdaki ses “sonra konuşuruz” dedi. Bu kibarca reddedişi anlamış mıydı bilemiyorum. Medeni olmamak böyle bir şey sanırım. Oğluma bakıp gülümsedim.

O sırada bir arkadaşım aradı, benim donuk sesime bir cıvıltıyla karşılık verdi: “Babalar günün kutlu olsun”.
“Nasıl yani?” dedim.
“Deli misin sen gördüğüm en iyi babalardan birisin”.
Doğru ya, ben de az baba değildim.
Akşam tatlı oğlum yanıma gelip “ne güzel bir gün geçirdik değil mi?” dedi.
“Evet” dedim, “harikaydı”.
Sen bundan sıkılana dek seninle güzel günler geçirmekten çok mutlu olacağım.

23 Mayıs 2010 Pazar

Aynı Yüzlü Melekler...

Hep böyle anıldı bu kent. Grizu patlaması, göçük… Kısa sürdü her ölümden sonra gazetelere, televizyonlara taşınan ağıt. Zaten sağ kalanlar da kömür kusuyordu. Zaten ölüm kaçınılmazdı. Ha, bir kez de Ankara’ya yürümüştü bu hikâyenin “aynı yüzlü” kahramanları… İşçi Düşmanı Gerede’de önlerini kesmişti.

Oysa ne demişti Mustafa Kemal bu şehir için yıllar önce; ‘Zonguldak’ın, derin toprakları altındaki serveti, madeni ne kadar kıymetli ise, bizim nazarımızda Zonguldak da o kadar kıymetli bir vilayetimizdir’. Önemliydi, Kurtuluş Savaşı yıllarında kömür ihtiyacı Zonguldak’tan karşılamıştı. Önemliydi, Sovyetlerden gelen silah yardımı Zonguldak üzerinden Batı Cephesine aktarılmıştı.
O kadar önemliydi ki Zonguldak Ata için, tıpkı vatanın her karış toprağı gibi, Karadeniz’in azgın sularına hiç uygun olmayan Ertuğrul Yatı ile memleketimi ziyaret etmiş, hatta dönüşte fırtınaya yakalanmıştı.

Yitirilen her şey gibi, Zonguldak da değerini kaybetti. Ama tüm haksızlıklara inat, defne kokulu, deniz kokulu, kömür gözlü, asil memleketimi göçüklerde, grizularda kaybolan “aynı yüzlü” madenciler korumaya devam etti.

O “aynı yüzlü” madenciler hep zamansız öldü… Ateş düştüğü yeri yaktı. Ateş, önce o ocaklara, sonra bizim yüreğimize düştü. “Yetkililer” konuştu, yürekler yandı.

Ve bu gün yine bir “yetkili” silsilesinin yapacağı açıklamaların ne önemi var?
Taziye mesajlarının ya da “bir daha olmaması” temennilerinin?
Yerin altında yaşama veda eden 30 can varken ve yerin üstünde binlercesi ağlarken ve bildiğim bir hikâyenin tam ortasında dururken, bir de filmini izlemenin ne anlamı var?

Bir yanı hep hüzünlü şehir! Seni korumak için 30 “aynı yüzlü” kahraman daha göğe çıktı. Biliyor musun?

Bebeler Şebeler Adalar Modalar'da...

Bu hikayede benim ismim dışındaki tüm isimler düzmecedir, ama karakterler harbiden gerçektir.

Bir grup çılgın anne ve onların kendilerinden daha ağırbaşlı olduklarına inandığım çocukları bir gün adaya gitmeye karar veriler. O gün mü, bugün mü derken, 8 Mayıs tarihinde karar kılınır.

Bu seferde yolluk hazırlama ve acaba yağmur yağar mı telaşına düşülür. Aybeni ısrarla yolluk olayına karşı çıkar, bir saatlik vapur yolculuğunda ne yenebilir ki diye düşünür. Hatta sinirlenip yumurta haşlamakla tehdit eder ama yumurtaların bile sevgiyle davet edileceğini görüp vazgeçer.

8 Mayıs sabahı çantalar ellerde, yolluklar poşetlerde yola çıkılır.

Vapura ilk ulaşan Bahar, herkeşe yer tutar. Üstüne üstlük vapurda adım atacak yer yoktur. Çoluk çombalak kurulunur. Aybeni’nin henüz afyonu patlamamış olduğundan ve de hiç yolluğu olmamasından ötürü canı sıkkındır. Ve Yeşim ve Filiz yanında avaz avaz konuşmaktadır. Bu sırada Zehra Haluk’u getirmediğine ne kadar mutlu olduğunu anlatmaktadır. Aynı zamanda çılgın gibi bir ikram süreci başlamıştır ki, Yeşim’in Naz’a şort ya da terlik almadığı krizi patlak verir. Filiz, Naz’ın dar kot pantolonundan capri yapmaya çalışır, Naz ağlamaktadır. Ama Yeşim yeşil şapkasını unutmamıştır. Biçki dikiş işlerine giren Filiz kan ter içinde kalmışken, diğer taraftan Suzan’ın göğüslerinden gözlerini alamamaktadır.

Bu curcuna devam ederken yan taraftan gözlüklü bir amca gelip: “en çok sizin sesiniz çıkıyor, yavaş biraz” diye fırça atar. Zehra “tamam amca” der. Lök diye kalan Satürn anneleri amca uzaklaştıktan sonra arkasından konuşmaya başlar. Bayılma noktasında vapurdan inilir.

Bir çay içelim’e karar verildikten sonra oğlanlar top almaya, kızlar da incik bocuklara dalarlar.

Daha sonra 4 dene faytona sığışılır ve oğlanlardan birinin deyimiyle “at mıçmırıkları” arasında güzel bir yolculukla Kaplazankaya’ya varılır. Oraya mı otursak buraya mı derken masaların yarısı denenir. Mehmet isimli garsona “seninle çok eğlenicez” diyerek gaz verilir ve rakı, kavun, peynir üçlüsüne girişilir. Mehmet o sırada kafasında binbir soru işaretiyle servis yapar.

Zehra’ya zorla rakı içme dersleri verilir. Çocuklar bağrış çağrış kalamarlarını yerler. Tam çakırkeyif olmuşken Naz panikle gelip, Kerim’in pipisine basıldığını söyler. Bu arada Naz Kerim’e fena yanıktır. Pipi lafını duyan tüm oğlan anneleri topuklamış bir şekilde olay mahalline giderken, kız anneleri gevrek gevrek gülmektedir. Panik halleri bittikten sonra bu olayla da eğlenilir.

Denüşük hikayeler anlatılır, şaşırılır, hesap hesaplanamaz ve yürümek suretiyle aşağı inilir. Yolda görülen her türlü ev çok beğenilir. “Keşke” adalı ve modalı olma hayali kurulur. Vapuru beklerken oturulan cafe’deki yabancı uyruklu garsona m..tir çekilir. Neden? Adam hem ukaladır, hem de fala inanmamaktadır. Sırayla tuvalete girilir. Bir ekip vapura binerken diğerleri deniz otobüsü bekler.

Keyif ve yorgunluktan bayılmak üzereyken eve gelinir.

Yolluklar mı? Silinip süpürülmüştür.

23 Nisan 2010 Cuma

Yine 23 Nisan Neşe Doluyor İnsan. Hey!


Önemli günler ve haftalar etkinliklerinde yine bir bayram geldi çattı…

Bayramları, sevelim, koruyalım derken, yarının büyüğü oğlumun da bir şekilde onuncu 23 Nisan’ı olduğunu fark ettim. Sırf o eğlensin diye daha çok küçükken götürdüğüm salak sulak 23 Nisan etkinlikleri geçti gözümün önünden. Ve hemen akabinde anaokulu 23 Nisan’ları;
- Sizin oğlan hangisi?
- Şu kenardaki aslan.
- Ya sizinki?
- Benimki de Orta sıranın önünde duruyor, Örümcek adam kendisi. Bakın şurada.
- Göbekli olan mı, yan tarafta ağlayan mı?
- Hayır, başını kaşıyan.
- Ayşe Hanım sizinki ne oldu?
- Prenses.
- Hım… Hani şurada kümelenmiş prenseslerden mi?
- Evet, sağdan 49’uncu.

Bu nesil biraz sosyete. Mesela bizimkiler kabul edilmiyorlar mı bilemiyorum ama hiç sahalarda, stadlarda 23 Nisan yaşamadık biz. Bizimkiler hiç yağmurda ıslanmadı ya da üşümedi. Biz hiç valilere ya da devlet erkânına söylenmedik.
Her Nisan cümbür cemaat kampüsün içindeki güzel salona kuruluyoruz, çocuklar az çalışılmış bir gösteriyle karşımıza çıkıyorlar, biz de “aman çocuklarımız büyüdü” diye buğulu gözlerle alkışlıyoruz. Ancak ben genelde gülüyorum. Hatta video çekimlerinde fon olarak kullanılan gülme-anırma arasında bir sesim var ki, duyunca bile gözlerimden (gülmekten) akan yaşları hatırlıyorum. Dediğim gibi az çalışmaktan mı, yoksa sahne heyecanından mı bilemiyorum ama minikler sahnede daha bir komik geliyorlar gözüme. Nedense hepsini kucaklamak istiyorum.

Misal, çakma bir vals gösterisinde elindeki sepetle etrafa çiçek atan bir kız çocuğu bir anda etrafı kirlettiğini düşünerek attığı çiçekleri geri toplamaya başlamıştı, dans eden çocuklardan biri de dansı kesip ona yardım etmişti. Çocuğun dans eşi olan kız da dımdızlak ortada kalmıştı. Bense hangisine güleceğime karar veremeyip olayı toplu olarak değerlendirerek yaklaşık 1 saat gülmüştüm.

Bir sene de okulun yarısı süslü göz alıcı bale kıyafetleriyle çıkmıştı karşımıza. Allah’ım bir çocuğun yeteneği var mı yok mu diye bakılmaz mı? Hayır. Sahne dolusu bir grup çocuk kendi başlarına takılmışlardı. Bu kadar yeteneksiz balerini aynı anda gören ben yine gülme krizine girmiştim.

Hiç mi güzel şeyler olmadı. Pek tabi oldu. Örnek bu sene…

Okulumuz bu sene bir hikaye çevresinde kurgulanmış, dansıyla, skeçleriyle, korosuyla harika bir gösteri sundu.

Bu sene biraz daha anladım ki oğlum büyüyor.
Bu sene onun sabah heyecanına çok şaşırdım.
Bu sene Can’ınım Cumhuriyet çocuğu olduğuna daha fazla inandım.
Bu sene sahnede zeybek oynayan küçük Ömer’i görünce gözlerim doldu.
Bu sene o salonda oturacak yer yoktu.
Bir avuç muyuz? Yoksa sadece salonları dolduracak kadar mıyız?
Bu sene inandım ki dünya kadarız.

Ne demiş Sabahattin Âli Yücel:
23 Nisan... , Yurdu koruyan, Yarını kuran, Sen çocuğum.
Eskiyi unut, Yeni yolu tut, Türklüğe umut, Sen ol çocuğum.
Bizi kurtaran, Öndere inan, Sözünü tutan, Sen ol çocuğum.
Küçüksün bugün, Yarın büyürsün, Her işte üstün, Sen ol çocuğum,
Çalışıp öğren, Her şeyi bilen, Yurduna güven, Sen ol çocuğum

Dünyanın sonuna dek bu bayramı kutlama dileğimle…

12 Nisan 2010 Pazartesi

ESİRGEME



Burası Çocuk Esirgeme Kurumu… Türkiye’nin geri kalanındakiler ne durumda bilmiyorum ama bu mekân içimi rahatlattı.

Özel izinle bebeklerin olduğu alana giderken yanımızdaki görevliler çocuklara dokunamayacağımızı söylüyor. Anlamadan “peki” diyoruz. Tam yolda bir sürprizle karşılaşıyoruz; bir grup minik “markete” gidiyor.

En büyüğü 3 yaşında. Öğretmenlerinin ellerini tutmuşlar. Ağır bir ordu gibi yürümeye çalışıyorlar. Arabayı durduruyoruz. Biraz ürkek, biraz şaşkın yanlarına gidiyoruz. O kadar güzeller ki.

Rabia’nın elini tutuyorum. Çünkü Rabia öğretmenlerin elini bırakıp gitmeye çok meyilli. Sarı kıvırcık kafa Rabia, oradan ayrılmak zorunda olduğumuz söylenene dek elimi bırakmıyor. Sonrasında da güçlükle ayırıyorum bu minik eli kendimden. Onu kucağıma almak ve hiç bırakmamak istiyorum.

Bu kuzular her gün “market”e gidiyorlarmış. Kurum içindeki bir binada kendileri için hazırlanan küçük sürprizlerden her gün alabiliyorlarmış.
Üstleri başları çok temiz, hepsi güzel giyimli. İyi bakıldıkları çok belli.
Arabaya binerken bu sevimli “kağnılara” tekrar bakıyorum.

Derken bebeklerin olduğu bölüme geliyoruz. Yepyeni çok güzel bir bina. Hemen maske ve galoşlarımızı veriyorlar. Bebekleri ancak camların ardından görüyoruz. Bir hastanedeyim hissine kapılıyorum. Orada çalışan herkes çok özenli. Giysileri bile o kadar özenle hazırlanmış ki. Çamaşırhane bölümünden temizlik kokusu yayılıyor.

Uzaktan, camın ardından, emekleyenleri sevdikten sonra, yeni doğan bölümüne geliyoruz. İçimden isyan ediyorum; devlete çocuk doğurmuşlar ve doğurdukları gibi yok olmuşlar.

Yaşamın insanlara ne getireceğini tahmin ediyorum. Onları oraya bırakmak zorunda kalan anneleri de düşünüyorum ama elimde değil isyan ediyorum. Yanımızdaki görevlilerden biri “üzülmeyin” diyor. “Üzülmeyin, çoğunun annesi karşıdaki binada, çoğu çok küçük ama emzirmeye geliyorlar. Burada çok iyi bakılıyor bu bebekler”. Haklı. O miniklerin anneleri ancak ablaları olacak yaşta ve yakın bir binada ikamet ediyorlarmış.

Binadan kafam karmakarışık çıkıyorum. Evet, bebeklere de, “market kafilesi”ne de çok iyi bakılıyor, artık biliyorum, ama onlar da büyüdüklerinde kaderleri ya anneleri gibi olursa…

Yaşama yenik başlamak böyle bir şey mi? Rabia’nın küçük elleri, annesinin elini mi tutsa, öğretmenin mi bilmeden Plaza yaşamına geri dönüyorum…

MÜDİRE

Karşımızda oturan bir müdire; anlı şanlı bir devlet kurumunun, hatırı sayılır bir yöneticisi.

Suni deri, kocaman bir koltuğu var, kahverengi kırçıllı. Hemen karşısında ende eşit, ama boyda üçte birine denk gelen koltuk takımı kurulmuş. Hani kendini odanın sahibi karşısında böcek gibi hissettiğin. Hani otoritenin tüm haşmetiyle karşında durduğu, hani iletişim derslerinde “özellikle yapıyorlar” dedikleri.

Ofis mi, evin salonu mu anlayamadığım bir cümbüş hakim odaya. Köşede toplantı masası olsun diye getirilmiş, aslında salon takımının nadide parçası olarak duran bir yemek/toplantı masası var. Gözlerime inanamıyorum. Sandalyelerde kahverengi kırçıllı ve masanın üzerinde ışıltılı bir örtü ve son derece çirkin çiçekler. Bir diğer köşede ise vitrin bozuntusu bir mobilya var. Üzerinde örtüler ve Müdire hanımın bazı fotoğrafları. Nereye oturacağımı kestiremiyorum. Normalde toplantı için gittik ya, toplantı masasına yöneliyorum. Birden fark ediyorum ki, masa bir yanından duvara yapıştırılmış. Yani karşındakini görmene imkân yok. Öylesine konmuş. Hemen müdahale ediyor Müdire Hanım, “buyurun buraya oturun” diyor, yani otoritenin tam karşısına.

Gri bir ceket var üzerinde Müdirenin, ceketin yakasında mavi kötü bir broş, eski ve değerli hissi vermesi hedeflenen ama ucuzdan öteye gidemeyen. Suratında inanılmaz bir makyaj. Her zaman mı böyle, yoksa bizim gelmemizi mi kutluyor anlamıyorum. Ve gözlerindeki o korkunç “ben buranın patronuyum” bakışı. Hoş oturduğumuz yerden ancak göğüs seviyesindeyiz ama olsun…

Müdirenin karşısında iki bayan oturuyor, biri doktor imiş. Diğeri, daha güzelce ve şık olanı “börbiri”lerden söz ediyor, eşi ona “börbır” almış. Diğerinin tek derdi konularla ilgili en beylik sözleri edebilmek. O üç kadın neden orada, bir arada anlayamadım; Bir toplantı hali mi? Yoksa sabah kahvesi mi?

Müdire’nin yönlendirmesiyle biz de kendimizi o üçlünün derin sohbeti arasında buluyoruz. Önce kimiz, neyiz, ne iş yapar, neye yararız, tek tek anlatıyoruz. Maaşallah’larla bezeli takdir cümleleri arasında konuşmamız bitince kahvelerimizi içiyoruz. Sonra, Müdire Hanım’ın kürklerinden, vestiyerlerde kürkler değiştiriliyor diye gece kürk yerine pembe mantosuyla sokağa çıkışından, kızının “zengin bir koca bulmaya çalışmasından, nasıl işini bilen bir genç bayan olduğundan konuşuyoruz. Doktor olan o kadar övgüyle söz ediyor ki Müdirenin kızından, şaşırıyoruz.
Kahvelerini içen iki bayan kıpırdamaya başlanıyorlar ve gidiyorlar.

Ne için orada olduğumuzu unutan biz de, gitmek için bir hamle yapıyoruz. Ama yo hayır, henüz bize sıra gelmedi. Daha söz edecek çok ama çok konu var… Aklımız ofiste bizi bekleyen acil işlerde, sevgili Müdiremizi mutlu etmek için “durmadan yola devam” ediyoruz.

31 Ocak 2010 Pazar

ANNEANNELER ÖZELDİR...

Anneanneler özeldir. Çünkü onlar annenizin annesidir. Çünkü onları çok seversiniz. Çünkü onlar sizi çok sever.

Benimki de çok özeldi. Osmanlı kadını dediklerindendi hem de. Ud çalardı. Yakut küpeleri vardı. Dışarı çıkarken eşarbını bağlardı. Kendi evinin kurallarını koyar, onlara uymasını sağlardı herkesin.

Çok torunu vardı. Kuzen Ertuğ en ayrıcalıklımızdı. Onu anneannem büyüttü. Evde hep onun gözünün içine bakılırdı ve bir Ertuğ klasiği olan kıymalı yumurta istendiğinde anneannem hemen emirler yağdırırdı etrafa. Ama beni de çok sevdiğini hep bilirdim.
Tüm torunlarını doğduktan itibaren 40 gün o yıkardı. Benim o yıkanma seanslarıyla ilgili anlatılan kötü hikayelerim var ama detaya girmek istemiyorum.

Ona gitmek çok ayrıcalık birşeydi. Evinin kokusu, kendi kokusu, gülmesi, sabahın köründe içtiği sade kahvesi, ki genelde çekirdek olarak alınan o kahvenin evde öğütülme süreci torunlar arasında olay olurdu ve yanında oniki yaşında başlanan sigaraya kariyeri ya da keyfi.

Zonguldak’a İstanbul’dan transfer olduğu için inanılmaz hikayeleri vardı. O dönemde bile annesi tarafından tiyatrolara götürülmüş, musiki öğretilmiş, konaklarda büyümüş, günün birinde eskiden beğenmediği “o kara adamla” evlenmiş . Bir sürü şey.

Hayvanları çok severdi benim anneannem. Ceki dediği köpeğini yanından ayırmazdı. Ceki’nin kapı önünde yattığını hatırlıyorum hayal meyal. Sonra öldü. Akabinde eve gelen dayımın adı gibi Berduş olan kedisine bile dayandı anneannem. “Hayvan sevmeyen insan sevmez” derdi. Bu tutkuyu o mu aşıladı bize bilmiyorum.

Yemek yapmayı üniversitedeyken ondan öğrendim. Hem de telefonla. Annemin gönderdiği yemek kolilerinde ondan da mutlaka birşey olurdu.

Anneannem;
Gezmeyi çok sevdi,
Sohbeti,
O harika, genelde komik, bazen de acıklı ama hep düşündüren laflarını etmeyi,
İçinden kızdığını bilsek de, gelin ve damatlara çocuklarından fazla özen göstermeyi,
Ve pek çok şeyi sevdi.
Beni sevdi, Aysun’u sevdi, Ayşen’i ve Hülya’yı ve Derya’yı ve Alper’i ve Oya’yı ve diğer torunlarını.... Ertuğ’yu sevdi.

Taa ki onca “özledim”lerine rağmen okurken, çalışırken hem de İstanbul kaosunda kaybolurken vedalaşamadan gitti. 26 Aralık 1996 akşamı ben bir yılbaşı partisinde eğlenirken gecenin ikisinde kalbime vuran ağrıyı kalp krizi sanmamla, sabah ilk iş onu aramamla, ama onun telefona çıkmamasıyla gitti.
Gülen yüzü hala gözümün önünde, onunla görüşeceğim ve ondan af dileyeceğim günü bekliyorum.

14 yıl sonra neden mi yazdım? Belki hasta anneanneler ve konserler arasında tercih yapmayı öğrenmesi gerekenler olduğu için....

Anneanneler özeldir.

Ben hala burası anneannem kokuyor dediğim için...

6 Ocak 2010 Çarşamba

YAZDIK DA NE OLDU?

Bugün blogumun iki hayranından biri “yeni yazı yazmıyorsun” dedi. O kadar da yoğunum ki, ama talep var diye hemen dönüp baktım ne yazabilirim diye. Pek tabi “ilk evvela” (bunu bir çocukluk arkadaşım söylerdi, sanırım hala da söylüyor) kendi yaşamıma döndüm. Ne kadar dolu ve eğlenceli bir hayatım olmasına şaştım Ev-iş-ev-dördüncü sınıf ödevleri, evde bekleyen işler, eve saklanan ve bitirilmesi gereken raporlar ve de pek tabi benim rutinim olan bakıcılar....

Benim bakıcılardan bir kitaplık hikaye çıkacağına karar verdim. Hepsini anlatmayacağım pek tabi, yoksa kitabımı almazsınız ama “eşeği bağlasan bunları idare etmeyi öğrenirdi” diyorum, “ben eşek miyim, hayır” diyorum. Demek ben o yüzden öğrenemiyorum.

Neyse sayın hedef kitlem, yaz sonunda memleketimizden yerli bir bakıcı bulduk. Evin içinde peşimden ayrılmaması, çayını kahvesini alıp TV’nin karşısına benden önce kurulması dışında son derece memnundum. Hatta oğlum da. Ama kendisini ne zaman Zonguldak’a göndersem “ben dönmeyeceğim” diye telefon açıyordu. Memleket hasreti bu olsa gerek. Bu arada aile sorunları, arkadaşlarının nişan, nikah, gerdek törenleri asla bitmedi ve bir gün biletini verdik, otobüsüne bıraktık, el salladık.
Tabi ben Moldov, Türkmen alemlerine geri döndüm. Kanyon’daki cafelerin dili olsa da konuşsa, hoş garsonlar benim başka bir iş yaptığımdan şüpheleniyor olabilirler.

Güleryüzlü bir Türkmen bayan aldık işe. Hasbelkader idare etmeye de çalıştık. Hoş, benim terliklerimi ben yokken onun giyiyor olması gerçeğiyle o gitmeden çok kısa bir süre önce yüzleşmiş olmama ve akabinde geçirdiğim sinir krizine rağmen, kapattık ağzımızı oturduk. (Bu arada hemen bir bilgi küveti su ve çamaşır suyuyla doldurup içine crocs atmayın. Crocs’lar batmıyor, en iyisi çamaşır suyunu doğrudan içlerine dökmek.)

He, bir de bu sefer pasaporta da el koydum kaçmasın diye. Sonra bir Pazar günü annesinin hasta hatta ölüm döşeğinde olduğunu ve acilen gitmesi gerektiğini söyledi bizim hatun. Şaşırdım amma velakin bu sefer çok kızdım. Çünkü her gidiş yeni bir arayış, çocuğun okuldan gelişinin organize edilmesi, işten erken çıkmak, yeni bir insana evi öğretiş anlamına geliyor. Bazı arkadaşlarım “gönderme” dedi, ben yine alnımın tam ortasında yazan “salak” ifadesine laf gelmesin diye “peki” dedim. Maaşını verdim, gönderdim. O arada yeniden sahalara döndük, eşe dosta haber verildi vs.

Sonra Maya ile tanıştık. Maya benimle konuşurken dedi ki, “ben burada daha önce çalışan bayana para vereceğim”. “Nasıl yani” dedim? “Aaa bilmiyor musunuz o ülkesine dönmedi, bilmem kim ona işini sattı” dedi. Meğer bu işte uzman başka bir hatun (ki kendisi bayan bulmam konusunda bana yardım ediyordu) kendi işini komisyon karşılığında bizim ex’e vermiş. Uzun süre ağzımı kapatamadım ve başımdaki yazı kırmızı neon ışıklarıyla yanıp sönmeye başladı. Hatta kulaklarım da çıktı ve bir süre anırdım.

Kendime geldiğimde yeni kıza pasaportunu vermesini söyledim. Ulem kadın biraz önce baygındı, ne ara pasaport istedi diye bana baktı.

Şimdi evimizde bilmem kaçıncı bakıcı var. Bu arada pasaportuna baktım da, gerçek adı Mamagül’müş. Acaba bana yine gizli bir mesaj mı var?

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...