29 Aralık 2009 Salı

İmece Bir YENI YIL YAZISI


“Eski yıl sona erdi,
Yepyeni bir yıl geldi
Bu yıl olsun mutlu bir yıl
Bu yıl olsun hey hey!

Sanırım böyleydi zamanımızın şarkısı. TRT’de her sene yaşlı adam şeklinde hayata geçirilen bir önceki yıl, pılını pırtısını toplayarak üzgün şekilde sahneden ayrılırken, 4-5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu sevinçle ortaya çıkardı. Salağız anlamazık diye de, bu insanların üzerine senelerin belirtildiği kötü kağıtlar yapıştırılırdı.

Giden ve gelen senelerin erkek olduğunu kim çıkarırdı? *

Neden bir senecik bile olsun yaşlı bir kadın görmedik ekranda? Yoksa dönemin TRT yetkilileri yaşlı kadın çıkartmayalım dayağı yeriz mi diyorlardı?

O senenin kötü geçmesinde erkeklerin Mars’tan geldiği rivayetinin etkisi var mıydı?

Neden yeni yıl olarak ortaya atılan çocuk bebek değil de, basbayağı yürüyen, konuşan biri olarak çıkardı karşımıza?

Neden onca yıl geçmesine rağmen ben hala bu saçmalıkları hatırlıyorum?

En komiği de, sanki hayatımızda ilk defa içiyor, ilk defa yiyiyor gibi eve alınan kuruyemişler, meyvalar, pastalar, içeceklerdi. Bu duruma hala çok gülerim. Yeni yılı hep yiyerek ve içerek karşılayan bir nesil olarak obez olmadığımıza şükretmek lazım. Aynı duruma Ramazan aylarında da şaşırmaya devam ediyorum. İftariyelik kavramı hala çok garip geliyor. Sanki sadece Ramazan’da yiyiyoruz.

Bir de kırmızı don davası çıktı sonra yeni yıllarda. Salağın biri tam 24.00’da değiştirmek lazım demişti. Tineyç ben de inanmıştım. Hayatımdaki büyük saçmalıklardan biridir mesela. Çok şükür evdeydik.

Birkaç kez de memleketimin Kilise adı verilen lokallerinden birinde karşılamıştık yeni yılı. Aklım hep TRT’de dansöz çıkacak mı çıkmayacak mı’da kalmıştı. O zaman non-stop TV eğlencesi sadece yılbaşlarında olurdu. Oysa dışarıdaki eğlencelerde pek çok zenne sahne alırdı: küçük şehrin anlı şanlı, kelli felli önde gelenleri başlarında yanardöner salak bir şapka kalçalarını sallaya sallaya girerlerdi yeni yıla”.

Kendi komik yeni yıllarımı hatırladım durdum. Nedense son dönemdeki yeni yaşlarım gibi yeni yıllardan da çok hoşlanamadım.
Geçmişe özlem, içinde buruk mutluluk, hep bir dilek ama ya olmazsa korkusu...
Bu sene 7-8 yaşından beri sadece donanımı değişen ama süslerken hiç değişmeyen o hisle ağacımızı kurduk. Daha mutlu bir sene için, yeni umutlar beslerken, dostların yeni bir seneden ne anladığını merak ettim. Kâh tespit, kâh anı, işte bana benzeyen dostların yeni yılı... (Gönderiliş sırasına göre dizilmiştir).


Yakut. Yaş 30. İthalat-ihracat Müdürü: “Ben ne hatırlıyorum: 8-10 yaşlarında filanım, küçük bir taşra kasabasındayız. Kasabanın ileri gelenleri; doktor, hakim, savcı, banka müdürü filan gibi her yılbaşı birinin evinde toplaşılırdı. Herkes yiyecek birşeyler getirirdi, amannnn bir sofra olurdu ki görmeyin gitsin! Muz en gözde meyveydi, sanırım onu da kırk yılın başı yerdik, şimdi görmek bile istemiyorum ama o zaman altın gibiydi. Lezzetli, minik minik Anamur muzu, mis gibi de kokardı, severdik tum cocuklar… Mutlaka sofrada zeytinyağlı yaprak sarma, hindi, pilav olurdu, bir de evde pasta yapılırdı, mumlar üflenirdi. Kendisi yagusuklu, karısı tombik olan bir doktor amcamız vardı (erkenden de olmus galiba, Allah rahmet eylesin!) o hep Noyel Baba kıyafetine bürünür, torbasından biz çocuklara oyuncaklar, hediyeler çıkartırdı, nasıl sevinir, nasıl mutlu olurduk. Hediyelerin şimdiki gibi cok çesitli olması olası bile değildi, ya Aysegül’un sağda soldaki maceraları ya da boya kalemleri, kargacık burgacık oyuncaklar… Ama biz çok mutluyduk, çok fazla oyuncağımız, çok fazla beklentimiz yoktu ama azla yetinebiliyorduk. En önemli şeye sahiptik, güzel komşulara, dostlara, birbirine bağlı ailelere…
Çin malı ucuz çam ağaçları yoktu, olanlar da gerçek ağaçlardı, onlar da süslenirdi imkanlar dahilinde… Ozonda delik, dünyada kuraklşsma, agaçlarin çatır çatır kesilmeleri de yoktu, doğa da mutluydu, herşey doğaldı, insanlar da…
O gece TV’de mutlaka dansöz olurdu, hele Nesrin Topkapı varsa herkesin (özellikle beylerin) keyfine diyecek yoktu. Ama dansöz de dansözdü canım, koskoca Nesrin Topkapı’yı ağzımız açık seyrederdik, bir kıvırtı, bana mısın diyen yapamazdı…
Mutlaka tombala oynanırdı, yılbaşı gecesinin olmazsa olmazıydı. Küçük de olsa ödüller olurdu kazananlara… Biz cocuklar gecenin ilerleyen vakitlerinde o kadar yiyip içmeden, dansöz seyretmekten, mutluluktan sarhoş olur, bir kenara kıvrılır, tatlı rüyalara dalardık, taaa ki anne ve babalarımız bizi kaldırıp eve götürene kadar… Arabamız da yoktu o zamanlar, gecenin o saatinde, buz gibi soğukta evlerimizin yolunu tutardık söylene söylene….

Biraz hüzünlü mü oldu ne ? “Yılbaşı” denilence ben en çok bunları hatırlıyorum, hüzünleniyorum, mutlu oluyorum, “iyi ki öyle zamanları da yaşamışız” diyorum…”

Banu. Yaş 30. Mimar:
“Benim hatıralarım biraz daha orta sınıf:
Sene 1978, ben 8, abim 10, ablam 14 yaşında, İstanbul Fındıkzade’de kaloriferli bir apartmanın 2. Katında, 2+1, 95m2 bir dairede oturuyoruz. Apartmanımızda konaklayan bir kapıcımız var, ki bu her apartmanda yoktu o zamanlar, üstelik kapıcımız 1.80 boyunda bir kadın, Kezban Teyze.
Yılbaşında mutlaka teyzemlerle birlikteyiz bi kere ve de bizim evdeyiz. Teyzem de bir şeyler yapıp getiriyor. Çam ağacımız yok bir kere, hindi de yok ama çok özenli ve zengin bir sofra var. O sofra bütün gece kalkmıyor masadan ama üzerindekiler değişiyor gece boyunca. Soğuklar kalıyor sofrada sonra meyveler, tatlılar geliyor. Beyler içki içerken, ki bu rakı veya biradır her zaman, hanımlar ve çocuklar sadece özel günlerde alınan Coca Cola içiyor. Ya da annemin mutlaka evde mayaladığı yoğurttan evde yaptığı ayran. Ayran elde mekanik çevirmeli metal mikserle yapılıyor, sapı siyah plastik. Bu arada sütümüzü sütçü Ali kapıya getiriyor haftada 2 kez. Ali de öyle bir Ali ki, dalyan gibi yakışıklı bir genç. Öğlenci olduğum seneler onu görebiliyorum, çünkü sabah getiriyor sütü. Sütü kaptan kapa boşaltarak tartması ve de bizim tencereye boşaltışı bir şölen adete. Sütçü olsam mı acaba diye hayal ettiğimi hatırlıyorum. Abim de at arabası alıp karpuz satmayı planlıyor o seneler. Yani öyle sınıf ayrımı falan yok zihinlerde; neyse konuyu çok dağıttım.
Benim için o zamanlar mutfak tezgahı göğüs hizamda, çıkan bulaşıklar elde yıkanırken ben de tabure üzerine çıkıp durulamaya yardım ediyorum genelde, çünkü bu işi seviyorum. Bulaşıklar hemen kurulanıp kaldırılıyor ki minicik mutfak tezgahında yer açılsın. Yemek sonrası babamın sade kahvesi aksamaz, biz geri kalanlar için de çay demleniyor. Kuruyemişler çıkar ortaya ve de saat 12:00 ye doğru geri sayım başlar. Gelsin dansöz sefası. Her sene” ya bu muymuş” diye geyik yapar annem ve teyzem ama babam ve eniştemin keyfi yerindedir, kafalar da çakırkeyif.
Biz çocuklar olarak küçük bir çete şeklinde kudururuz zaten. Seneler sonra koşarak bitiremediğimiz koridorumuzun ne kadar da kısa olduğunu, o eve tekrar gittiğimde fark etmiş ve şaşırmıştım. Neyse ablam en büyüğümüz olarak genelde kuralları koyardı oyunda, abim ve o başrolde olurlardı. Ben ve benden küçük iki yeğenim de ne denirse onu yapardık, ama Burak genelde itaat etmezdi ve de ipinden kopmuşçasına koşardı oraya buraya. Seneler sonra hiç ders almadan Galatasaray Lisesini kazandığında herkes “Haa, yaramazlığı zekasındanmış” demişti hatırlıyorum. Ne yani biz usluyuz diye aptal mı oluyoruz diye içerlerdim hafiften.
Geç vakit biz çocukların uykusu gelir mayışırdık bir yerlerde. Sonunda teyzemler kırmızı VW’lerine biner giderlerdi, ama teyzemin kaygılı sesi hep aynıydı:” Ah İhsan kaç kere dedim bu kadar içme diye, nasıl süreceksin şimdi?”
Allah rahmet eylesin eniştemin de cevabı hep aynıydı : ”Bişey olmaaaz Ayhan, ben sarhoş dilim ki, çocukları giydir sen”
İşte böyle dostlar, hatırladıkça içimi ısıtan hatıralardır bunlar, o yıllar sıcak yuvamızda yaz- kış saat 18:00’de gelen babamla, sofraya oturup mutlaka hep birlikte yemek yediğimiz güzel yıllardı.”

Feray. Yaş 30, Avukat.

70’lerin sonları doğduğum şehir iskenderun’un altın yılları.Henüz Demir Çelik Fabrikaları kurulmamış, yani göç almamış, Levanten evleriyle bezeli kordona sahip Prens adarına benzeyen asude bir şehir. Öyleki ablamlar bisikletlerine bikinileriyle binip denize gidebiliyorlar. Faytoncular Fransızca biliyor, İdil Biret her kış resital veriyor. Annem Dostlar tiyatrosunun 5 gün boyunca oynadığı “Bir Delinin Hatıra Defteri’ne üç gün üst üste gidiyor. Yine Levantenlerin kurduğu ve sadece şehirdeki üniversite mezunlarının üye kabul edildiği Deniz Kulübü’nde her sene görkemli balolar veriliyor.

ÇuÇubalar Jazz Orkestrası ve solisti Kenan her haftasonu olduğu gibi yeni yıla girerken de sahneden. Babam öğrenciyken us bir karı kocadan salon dersleri almış ve dans şampiyonu olmuş bir yakışıklı. Annem Köşkteki bir Cumhuriyet Balosu’nda İnönü ile vals yapmış bir Cumhuriyet kızı.
Kasım ayında terz, eve gelmeye başlıyor çünkü annem tek başına yetişemiyor dört kızının ve kendinin tuvaletini dikmeye. Her senenin rengi ayrı hepimiz için. Yaşımıza uyan uçuk renkler seçiliyor. Ve sonunda balo gecesi. En büyük heyecanım annemle babamın dansını izleyecek olmam. Özellikle Viyana valsinde muhteşemler. Öyleki onlar başladımı herkes oturuyor ve pistte kayışları seyrediliyor. Sonra babam sırasıyla üç ablamı kaldırıyor ve en son ben. Ben de ondan öğrendiğim valsi hayatımın ilk ve hala en büyük aşkı olan bu yakışıklı ve zarif erkekle gözgöze yapıyorum. O da ne? Sanırım annemle yaptığı valsten bile daha cok alkış aldık. Babam zarif bir reveransla elimi öpüyor, uçuyorum mutluluktan, eminim artık ben onun gözdesiyim. Ne yakısıklılığı ve güzel sesiyle tüm kızları mest eden solist Kenan ne de sivilceli ahbap cocukları benim gözüm kırçıl saçlı, pipolu bu adamdan başkasını görmüyor.

Herkes eğleniyor tüm yaş grupları için farklı oyunlar oynanıyor. En ilgi çekeni erkekler için hazırlanan içi su dolu büyük tencerelerdeki elmaları ağızlarıyla alma yarışı. Babam herkes sırılsıklam olmuşken kupkuru kalarak (bilmem belki de aşktan bana öyle geliyor) apzıyla yakaladığı elmayı bana veriyor. Evet kesin eminim artık anneme değil bana aşık.

Herkes pistteyken geri sayım başlıyor, hepbir ağızdan eşlik ediliyor ve yeni yıl hersene ilk dakikalarda hediye çeklişi yapılıyor; büyükler, gençler ve çocuklar için. Tüm çocuklar duaya başlıyor Mösyö Makzume’nin her sene bilmem hangi şehirden getirttiği oyuncak kendisine çıksın diye. Maalesef bana hiç çıkmıyor ama hayal kırıklığı geldiği gibi çabucak gidiyor. Ondan sonrası pek net değil, son hatırladığım babamın kucağında arabaya oradanda yatağıma yatırılışım. Yıllar su gibi akıp geçiyor, şu anda 86 yaşında olan o yakışıklı ve 81 yaşında olan o Cumhuriyet kızı hala birbirlerine aşık, yeni yıla televizyon karsışında ve o günlerden kalan son çift arkadaşlarıyla giriyorlar. Bense kızımla ve ona böyle muhteşem yeni yıl anıları verememe hüznüyle”.

Funda. Yaş 30. Balerin.
“Uzun yıllar babaannemin yaptığı iç pilavlı hindiyi,annemin leziz mezeleri eşliğinde yiyerek bizim evde geçirdik. Aynen dediğiniz gibi kuruyemiş ve muz gecenin yıldızlarıydı.
Saat 24:00 de ki Nesrinciğimizi,televizyonumuzun önüne mavi cam koyarak renkli seyrederdik.Tombaladan önce mutlaka ağabeyim Oğuzla aileye bir show sunardık.
Bu genellikle salonumuz büyük ve parke olduğundan buz revüsü şeklindeydi.Ben en cici bale kostümümü giyerdim, Oğuz'a da fanila üzerine yünlü külotlu çorabımı giydirtirdim, sonrasını hayal edin artık:))(Kıymetimiz bilinemedi,bizler bugünün Jane Torvill-Christopher Dean'i olabilirdik).
Yıllar böyle geçerken, bir sene Oğuz artık büyüdüğünü,yılbaşını arkadaşları ile geçireceğini söylediğinde pek bozuldum tabii...
Sonrasında sırasıyla dedem ve babaannem vefat edince,bizim grupta annem,babam ve ben kaldım. E hal böyle olunca bizimkilere kıyamadığımdan,büyüdüğümü ve yeni yılı arkadaşlarımla geçirmek istediğimi bir türlü söyleyemedim.(şimdi düşünüyorumda, iyi ki söyleyememişim.)
Yıllar geçti,evlendik,çocuklarımız oldu ama hala Oğuzlar ve biz, eğlence öncesi, her yılbaşı, annemlerin evinde, babamın hazırladığı peynir tabağı ve şampanya ile yeni yıla kadeh kaldırırız. Bir seneyi daha birlikte, sağlıkla geçirebildiğimize şükrederek”...

Zeynep. Yaş 30. Satış ve Pazarlama Direktörü.
yazdıklarınıza çok benzer , tüm ailenin bir arada olduğu, muz ve tavuğun baş köşede yer aldığı yılbaşı kutlamalarımızı her zaman tebessümle hatırlıyorum.Babamın görevi dolayısıyla bu anılara zaman zaman Orduevindeki yılbaşı kutlamalarıda ekleniyor.En güzel kıyafetler giyilirdi ; annemin ördüğü kırmızı bir elbisem vardı ,bir keresinde onu giymiştim, saçlarımda örgülü ve de kocaman gözlüklerim vardı:)Anneme bayılırdım, gerçekten de gecenin en güzel kadınlarından biri olurdu; kıyafeti, zerafeti tartışılmazdı . Ben galiba bu konuda pek O na çekmedim ...

Gece boyunca Orkestra çalar , bizde çılgınce pistte tepinirdik . En keyifli an Babam ile dans etmekti , kendisi Harp Okulu Dans Şampiyonuydu :) Ne keyif , ne hava ....

Yemeklerden en sevdiğim ise Ordöv Tabağıydı :)

Bu arada Orduevin de resepsiyonda görevli veya lokantadaki şef garson en yakışıklılardan biri olurdu. Tüm kızlar bende dahil kendisine yanıktır , dans ederken bu sebeple gözler O nu ararki seni görsün , ne kadar güzel dans edebildiğini bilsin diye.

Saat geceyarısına 1 dakika kaldığında herkes ayağa kalkar , nefesler tutulur ve geri sayım başlar ; 10,9,8,.....3,2,1 ve MUTLU YILLARRRRRRRR

Yıllar geçti, her sene farklı bir kutlama, her sene farklı bir mekan olsada hep aynı dilek ; MUTLU YILLARRRRRRRRRRRRRRRR


Suzi. Yaş 30. Ekonomist
“Yaklaşık 20’li yaşlarıma gelene kadar, teyzemlerle hep aynı apartmanda oturduk, onlar üst katta, biz alt katta. Ben, teyzemin kızı ve kardeşim 3’er 5’er ay arayla doğmuşuz, öyle ki en küçüğümüz olan kardeşimle en büyükleri olan benim aramda sadece 14 ay fark var. Dolayısıyla, biz de üçüz kardeşler gibi büyüdük. Yılbaşlarında da hep beraberdik, anneannemler de bize katılırdı ve ailecek neşeli ve bol yemekli (!) bir şekilde kutlardık yılbaşını. Daha okula bile gitmediğimiz, çok küçük yaşlarımızda, günler öncesinden anneme bize ne hediye alacağını sormaya başlardık. Annem de bize hediye almayacağını, belki yılbaşı gecesi Noel Baba’nın gelebileceğini söylerdi. Pek yutmazdık ama yine de içimizde “acaba gelir mi?” diye bir şüphe de uyanırdı. Yılbaşı akşamı bekle, bekle Noel Baba gelmez. Artık oynamaktan, tepinmekten bitap düşsek de eğlenceyi bırakıp yatmak istemezdik, tabii bir de Noel Baba’yı kaçırma riski var! Annem Noel Baba’nın biz yattıktan sonra geleceğini söylerdi, biz de mecburen koşardık yatağa. Şimdi düşünüyorum da, biz çocuklarımıza böyle bir şey söyleyeilir miyiz acaba? Ne travma, düşünsenize, uyurken ak sakallı, koca göbekli bir Noel Baba evimize girmekle kalmayacak, odamıza gelip yanıbaşımıza hediye bırakacak!!! Ama, bu fikir bizi nedense hiç korkutmazdı. Sabah kalkınca gerçekten de yanı başımızda hediye paketleri bulurduk, içinlerinde hep ufak tefek şeyler olurdu ama paketleri o kadar güzeldi ki! Kardeşim ya da ben hangimiz daha erken uyanırsak diğerini de uyandırır, büyük bir neşe ve heyecanla yataklarımıza oturur, paketlerimizi açar ve birbirimize hediyelerimizi gösterirdik. Tabii, sonra kuzenime koşar, onun hediyelerine de bakardık J Paketleri açarken, annemin kapının eşiğinden bize bakan gülen yüzünü aradan 35 yıl geçmesine rağmen hala çok net görüyorum ve gözlerim yaşlarla doluyor.”

Duygulu hatunlar böyle yazıyor işte. Dolayısıyla benim olayı sulandırmam ve yazıyı bitirmem lazım. Canım dostlarım sayesinde benim de beleşe bir yazım oldu 1. 2009’un keleklerini esefle kınıyor, 2010’a umut bağladığımı belirtiyorum 2.
Yeni yıl hepimize uğur getirsin 3.

*Bir banka kartı bu yazıya başladıktan sonra yeni-eski yıl temasını bayaanlarla yaptı. Bu da benim ne kadar öngörülü biri olduğumu gösterir.

17 Aralık 2009 Perşembe

Anne, göçük olmuş...


2009’un son günleri,
Elim gitmiyor hüzünlü birşey yazmaya. Bir tarafım da diyor ki, yaz da bitsin, hepsi bu yılda kalsın.

Bursa’da maden ocağındaki kayıplar hepimizi üzdü. Emeğin başkenti Zonguldak’ta doğan bizleri daha fazla. Ama Allah biliyor ya, düşünmek istemedim. Sonra feysbuk’ta annemin en değerli öğrencilerinden Mehmet abimin paylaştığı klip beni çok uzaklara götürdü.

Ne kadar olağan şeydi göçükler, grizu patlaması, vardiyanın değiştiğini belirten o siren. Anneannemde kaldığım zaman daha net duyulurdu hâlâ zaman zaman özlediğim ve o zamanlar ürperdiğim o ses.

Ocaktan çıkan insanlar. Yüzleri simsiyah, elleri simsiyah. Sadece o gözler. Işıl ışıl bakan o gözler. Bazen hüzünlü, bazen de “bugün de ölmedik” sevinciyle bakan o gözler. Bakkallarda ekmek arası kavurma, domates, salatalık. O koku. Kömür kokusu. Bir süre sonra yakın civardaki evlerine gitmek için yıkanmış paklanmış olanlar.

Ocağa inenler, inmeyenler, üçkağıtla inmeyenler. Zaten bu son yazdığımdan dolayı zarar etti ve kapandı ya ocaklar.

Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Bir komşu gelmişti annemlere, oturuyorlardı. Sonra komşunun benden biryaş küçük oğlu geldi koşarak. “Anne” dedi, “anne ocakta göçük olmuş”.

Nasıl gittiklerini, bizim de peşlerinden nasıl bakakaldığımızı hatırlıyorum. Komşunun eşi yaşıyordu, ama diğerleri artık yoktu. Grizu o kadar yakın bir söz oldu ki bize. Kozlu’da kaç emekçiye mezar olmuştu bir ocak.

Sonra birgün Ankara’ya yürümeye karar verdi emekçiler. Sloganlar hatırımda. Soğuk bir kış günü binlerce emekci yola döküldü. Tüm şehir tek bir yumruk oldu. O günlerde çekilen fotoğrafları da unutmuyorum, en çok da ekmeğe uzanan yüzlerce eli.

Ankara’ya ulaşamadılar, yollar tutulmuştu Yeniçağ’da. Sonra ocaklar kapatıldı. En çok göç veren şehirler listesine girildi. Sadece madenciler miydi yok olan? Asla. Neredeyse bir şehir yok oldu.

Madencilerle vedalaştık.

19 Ağustos 1999. O büyük depremden 2 gün sonra. Adapazarındayız şirket gönülleri ile. Getirdiğimiz yardımların doğru yere bırakılması için uğraşıyoruz. Şehir merkezinde dayandığımız duvar bile sallanırken tanıdık bir şive duyuyorum... Memleketimden gelmişler. Madenciler. En küçük deliğe bile girebildikleri için yardıma gelmişler. Gelirken de “ekmek” getirmişler.

Sonra Düzce’de çıktılar karşımıza. Yine soğuk bir kış günü, yine deprem. Katıldıkları meşhur arama kurtarma derneği onlarla “ekmek”lerini paylaşmamıştı. Aç bilaç çalıştıklarını duyduk. Ama alışkındılar nasıl olsa.

Ortaokul ve lise arkadaşlarımızla zaman zaman bir kulübe gidiyoruz eğlenmeye İstanbul’da. O çok değerli müzik adamı bizi her gördüğünde annesinin de en sevdiği türküyü söylüyor: Karadır kaşların ferman yazdırır, Bu dert beni diyar diyar gezdirir, Lokman hekim gelse yaram azdırır, Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.
Karadır kaşların benzer kömüre, Yardan ayrılması zarar ömüre, Kollarımdan bağlasalar zincire, Kırarım zinciri vararım yare.

Türkülerde bile kömür. Hep kömür. Düşünüyorum da, bir gün hayatım film şeridi gibi geçse gözümün önüden... Kömür kokusu. Yüzler. Ve trenler. Ve acı. Ve Umut. Ve ölüm.
Ve Yaşam. Ve Ekmek. Ve Emek...

8 Aralık 2009 Salı

Krem Güncesi


Birinci gün: İstanbul’daki sisten dolayı Paris-İstanbul arası 20 saat sürdü. Yorgunluktan gözümü açamadan arabamı alıp yola çıktığımda, İkitelli’de bir kedi atladı yola. Frene basmam yetmedi. Kedinin parçalanan bedenini gördüm. Hayatımda ilk defa bir kediye çarptım. Elim ayağım titredi. Ağladım. Aklıma evde beni bekleyen minik kedim geldi. Gözlerimi kapattığımda hep onu yaşıyorum. Allah’tan beni affetmesini diledim. Daha mı yavaş olsaydım, direksiyonu kırsaydım kurtabilir miydim. Hep o an, yalnızca o an.

Kedimiz Krem evde tatsız karşıladı beni. Yemek yememiş. Bir gece önceki çocuk misafirlerden biraz ürkmüş. Kapris mi yapıyor, beni mi özledi acaba dedim. Bekledim.

İkinci gün: Evi aradım. Krem iyiymiş. Yemek yemiş ve oynamış. Mutlu oldum.

Üçüncü gün: Krem bugün birşey yemedi. Sadece su içiyor. Sevebileceği şeyleri vermeye çalışıyorum. Olmuyor.

Dördüncü gün: Bugün de aynı geçti. Yarın veterinere götüreceğim. Keşke bugün götürseydim. Çiğdem’le konuşuyorum olasılıklar üzerine.

Beşinci gün: Vakitlice veterinere gittik. Teşhis konmadı. Vitamin iğnesi yapıldı. Umutla eve döndüm. Yemiyor ve de artık içmiyor.

Altıncı gün: Bugün bayramın ilk günü. Krem’e serum taktılar. Damarını bulamadıkları için ön iki ayak kanadı. Arka ayaktan serum aldı. Dayanamadım. “Kelebek kalsın” dediler. “Hemen iyileşecek” dedim içimden ve onu o bandajla görmek istemedim. “Canı acır çıkarın” dedim.

Yedinci gün: Yediğim haltın farkındayım. Ama çok geç. Bugün canı acır diye deri altından yaptılar serumu. Ekin ve Aylin geldi. Ekin’le mama yedirdik Krem’e biberonla.

Sekizinci gün: Minik aç. Tek tesellim aldığı serum ve vitaminler. Sarılık olduğu söylendi.

Dokuzuncu gün: Krem FIP’miş, yani “feline infectious peritonitis, yani yaşaması %1 ihtimal. Yani henüz tedavisi olmayan bir hastalık. Küçük kedilerde daha zorlu bir süreç. Anneden ya da civardaki kedilerden geçermiş. “Aldığınız petshop ile görüşün” dedi veteriner.” Belki diğerlerinde de vardır” dedi, sonra ekledi “ama söylemezler ki”.

Can’a yolda söyledim. Herşeye hazırlıklı olmamız gerektiğini biliyor. Ama o %1 için elimizden geleni yapacağımızı da biliyor.

Can durmadan “adını Krem koyduğumuz için mi hasta olduğunu, ya da onu almasaydık kurtulabilecek olup olmadığını” soruyor.

Dokuzuncu gün: Bugün işe başladık tekrar. Aklım evde. Sağolsun Çiğdem geldi ben yokken. Krem’i şırıngayla besliyoruz. 10 cc için saatlerce uğraşı. Akşam veterinere gittik. Bugün karnından sıvı çekmeye başladılar. Okudukça, öğrendikçe ve Kremi gördükçe umudum tükeniyor. Veterinerde bizden kaçırıyorlar diğer kedileri haklı olarak.

Dokuzuncu gün: Çiğdoş hergün geliyor. Onun minnoşları için de sıkıntı. Evde çalışan kıza bile öğretmiş şırıngayla mama vermeyi.
Bu sefer geç gittim veterinere. Krem çok acı çekiyor. Aldığım petshop’a ulaşmaya çalıştım. Tık yok. Herşeye öfkeliyim.

Onuncu gün: Yine bir gece, yine ben, yine Krem ve yine veteriner. O yoldan nefret ediyorum.

Onbirinci gün: Can ve Çiğdem’le veterinerdeyiz. Yine acıyla dolu iki saat. Gerginim.
Can evde hamburger yedi. Dayanamaz Krem o kokuya. Bir parça ağzına verdim. Minicik bir köfteyi ağzında bile tutamıyor. Sinirlerim bozuldu, ağladım.

Onikinci gün: Krem’den yine su çekildi. Eve geldik, yürüyemiyor. Oraya buraya çarpıyor. Hastalık ilerliyor işte. Veterineri aradım yoğun bakıma alsınlar diye. Alamıyorlar. Diğer hayvanlar için de büyük tehdit.
Petshop’u aradım. Tam onlardan beklenecek bir tüccarlıkla konuştu şerefsiz benle. Kimsenin bize bu kadar acı çektirmeye hakkı var mı?
Git diyorum içimden Krem’e. Git kendini daha fazla sevdirmeden... Git daha fazla yanmadan... Ama onun nazlı miyavları olmadan ne yaparım?

Onüçüncü gün: Bugün Pazar. Veterinere gittik. Krem kafasını kaldırmadan yatıyor. Biraz süt içti.
Akşamüstü iyice kötüledi. Ağlıyor, inliyor. Mercan’ın odasına götürdüm. O arada su veriyor. Yan uzandı.
Çiğdemle konuştum. Daha fazla acı çekmesin diye dua edelim dedik. Yanına gittim, sevdim. İnledi. Elimi her dokundurduğumda inledi.
Veda etti.
İnanmadım. İnanmak istemedim. Dokundum. Oysa o acılarıyla, kısacık yaşamıyla, tüm tatlılığıyla elimden kaydı gitti...
Gözyaşlarım cansız bedenine değdi. Hazırladık onu son yolculuğuna. Kapı önünde götürülmeyi bekledi. Oğlana çaktırmamak için çok uğraştım. Yoğun bakımda dedim.

İki gün oldu. Uyuyamıyorum. Her an bir yerden çıkacakmış gibi geliyor. Oturduğu koltuğa oturamıyorum. Ayağıma birşey takılsa “ay Krem” diyorum. Sabahları dolabın kapağını yavaş kapatıyorum (ben hazırlanırken hep içine girerdi).
Minik yürek, boğazımda kalan düğüm... Bu kadar kısa zamanda mı yakaladın beni ve hapsettin kendine?

27 Kasım 2009 Cuma

İyi Bayramlar


‘Kurban Bayramı rutini nedir?’ dense herhalde sahiplerinden kaçışan boğalar, inekler ve bilumum küçük başlar olsa gerek. Haber kanalları bir önceki senenin görüntülerini getirse, esas karakterler dışında kimse farkına varmaz. Büyükbaşlara dünyanın parasını veren sahipler haklı olarak avlarının peşini bırakmıyor. Garip hayvancağızlar ise başlarına gelenden emin bir şekilde son gayret ellerinden, daha doğrusu dört ayaklarından geleni yapıyorlar. Polis araçlarının boğa peşinden koştuğu tek ülke burasıdır sanırım.

Çocukluğumdan beri Kurban Bayramlarını sevmem. Zonguldak’taki meşhur dere hep kırmızı akardı ilk gün. Derenin başında bir mezbaha vardı. Onun haricinde herhangi bir kapı önünde bir hayvanın kesildiğini görmek içten bile değildi. İnançlar ve inancın gerekleri ile ilgili yorum yapmıyorum ama küçük bir çocuk olarak diğer arkadaşlarım gibi nasıl travma geçirmedik bilmiyorum.

Can’ı ilk kez köye götürdüğüme şerefimize tavuk kesmişlerdi. O görmesin diye gizli kapaklı bir kesim işlemi sürerken bile anlamıştı kestiklerini. Sonrasında ağlamalar, sümükler felan. Diyorum ki mangal gibi yürek varmış zamanın çocukları olan bizde.

Bu sene yerimden kıpırdamadım. Evet çok özledim memleketimi ama ziyaretlerden, gelen gidenden annem ve babamdan hiçbirşey anlamıyorum. Ayrıca kurban eti kavurması, eve gelen ya da evden giden kanlı naylon torbalar, her gelenin saatlerce oturması, tatlılar, kahveler, çaylar hiç çekilecek gibi gelmiyor artık bana. Çok mu bireyselleştik, çok mu yorgunuz, işimize mi gelmiyor bilmiyorum. Tek dileğim huzur ve huzur ve huzur...

İyi bayramlar.

Güvercinim Uyur mu?


Güvercin dediğin uyanık olmalı
Tüyler duman duman öfkeden
Yanıp tutuyşmalı gözbebekleri
Sevgiden tıpır tıpır bir yürek
Özgürlüğünce dövüşken
Rıfat Ilgaz

Cideli olması mı? Öğretmen olması mı? Bir tarafında yüreğini delip geçen dizelere can verirken, diğer taraftan yüzünde açtırdığı güller mi? Bilmiyorum, zamanında değeri bilinmemiş bu yaşamın hangi kısmını en çok seviyorum ama kendimi bildim bileli Rıfat Ilgaz’ı seviyorum.

Geçen yaz oğluma bir kitabını verdi okul okuması için. Tabi bizim Ağustos böceği okumadı. Tatilin bitmesine bir hafta kala birlikte okuduk ama ne kitapta yazan mayonun önemini ne de diğerlerini kavradı velet.

Oğlum kitapları sevmiyor. Küçükken, benden görsün de örnek alsın diye o uyurken yanıbaşında kitap okuduğum zamanlara üzülüyorum bazen. Ama asıl onun için üzülüyorum. Kitapların ve yazarların büyülü dünyasına giremediği için bir edebiyat sever olarak benim bir yanım hep eksik kalacak.

Ama bugün bir mucize gerçekleştirdi yine Rıfat Ilgaz. Can ile bir şarkı arıyorduk internette. ‘Hababam Sınıfı’ çıktı karşımıza. Bir iki musammere gösterisi, şarkıları derken –ilginç bir şekilde eski Türk pop müziğine aşina- Hababam sınıfı’ndan bölümler izlettim ona. Bu kadar güleceğini bilseydim bunu daha önce yapardım. İki saatlik seansın sonunda şunu sordu: Kim yazmış bunları?
‘Rıfat Ilgaz’ dedim. ‘Aaa’ dedi, ‘kitabını okumuştum’ (okumuştuk daha doğru olacak ama seni mutlu edecekse okumuştun dedim içimden. Sonra kütüphaneye gittik. Hababam Sınıflarını gösterdim ona. “Vay be, hepsini o yazmış” dedi. ‘Tabi yazar’ dedim.

İlk fırsatta Hababam Sınıfı serisi DVDlerini toplayacağım. Belki kitaplarını okuması için de bir vesile olur.

Beni ve oğlumu aynı karede güldüren üstada teşekkürler. Kim bilir belki birgün kuzumla aynı dizede de buluşuruz.

Tekirler ve diğerleri

Bizim zamanımızda kediler genelde tekir olur, evin bahçesinde beslenirdi. Ablamın Charli isimli tekiri ise kah bahçe, kah evde takılırdı. Çok haylazdı Charli ama nedense beni pek severdi. Annem ve babaannenim hem fikir oldukları tek nokta ise Charli’nin evde takılması sorunu idi...

Yukarıda Allah var, köpekleri her zaman daha çok sevdim. Ama İstanbul’da bir apartman dairesinde köpek bakmak ve de onu sabah 06.00’da dolaşmaya çıkarmak gerçekten kabus gibi geliyor. Ama oğlanın da “interaktif” bir dostu olsun istiyordum. Neyse, Can’ın bitmek bilmeyen ısrarları nedeniyle kedilerle ilgili bir araştırma başlattım. Çok yakın bir arkadaşım “kediyi kendine alıyorsun unutma” dedi. Aslında çok haklıydı. Çocuk kısmının hevesi geçer endişesiyle kendime göre kedi aramaya başladım. Aklıma hem uslu olması hem de her türlü ortama kolay alışması nedeniyle bir kedi cinsi düştü.

Bu işin ticareti çok gelişmiş. Alışveriş merkezlerindeki “petshop”lar kafayı sıyırmış. Onlar için bir kilo domates, belki konserve, ya da tuvalet kağıdından farklı değil bu hayvancağızlar.

- Teşhir ürünü değil ya, o yüzden biraz kirli. Siz almaya karar verirseniz temizleriz.
- Sattığımız malın arkasındayız.
- Bunlar çiftlikten geliyor, sizin istediğiniz burada yok ama pazartesiye getirtiriz.
Yanlış okumuyorsunuz. Bunlar satıcıların kedilerle ilgili söylediği sözler. Yanıtlarımı yazmıyorum bile.
Tam sokakta tekir avına düşecektim ki, yine aynı arkadaşımın uyarısıyla petshoplara düşmeye karar verdim: “Bir tanesini bile kurtarabilsek iyidir”.

Bizim de Scotish Fold cinsi minnacık bir kedimiz oldu. Krem’in bizde geçirdiği ikinci ayı. Artık iki oğlum var. Can’la beraber onu da özlüyorum evde yokken.

Herşey yolunda giderken tam 5 gündür doğru düzgün yememeye başladı Krem. Kabız, ishal, ateş sorunlarına daha sakin yaklaşabilirken bu sefer afalladım. Koşarak veterinere götürdük Can ile. Film çekildi, görünen bir sorun yok. İştah açıcı iğne yapıldı, ama iştahı açılmadı. Dünden beri elimde şırınga kedi besliyorum. Bugün sanırım serum takacaklar.

Evine aldığın, hayatına kattığın minik bir canlı için bunları yapmaktan sıkıntı duymuyorum, sadece onun için endişeleniyorum. Ama merak ettiğim birşey var, bizim zavallı tekircikler nasıl yaşamış evlerimizde yıllarca...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Paris Günlüğü


Gün 1

Sevgili günlük,

Bugün bir toplantı için Fransa’ya geldim. Havalanından otele İranlı bir taksici ile gittim. O kadar taksi arasında bana düşen bu arkadaştı. Kendisi ben telefonla konuşurken Türk olduğumu çözdü. İstanbulla ilgili bir sürü güzel sözden sonra hep beraber Arzu Şahin’den bir türkü dinledik.
Sonra İranlı şarkıcı Mehdi’ye geldi sıra. Ard arda 5 şarkı. “It is same in Turkish” dedi. “What is same?” dedim. “ He says you are my gole” dedi.
“Ya, goal is the same? Is he a soccer?”
“No. He says you are my gole, rose” yani...

Abinin taksiyi ormanlık bir alana çekip bana gül vermesinden korkarak otele ulaştım.
Odam hazır değilmiş. Sinir oldum ama burada yapacak birşey yok. Türkiye’de olsa “ay nasıl olur beyefendüü” diyerek ortalığı gererdim ama...
Mutlu an geldiğinde, eşyalarımı odanın kapısında atmak suretiyle kendimi alışveriş cenneti sokağında buldum.

Yılbaşı manyaklığı başlamış. Herkeş kendini alışverişe vurmuş. O kadar pahalı şeyleri nasıl alabiliyorlar bilemedim.

Alışveriş merkezlerinin vitrinleri inanılmaz güzeldi. Printemps ve Galeri La Fayette birbiriyle yarış durumundaydı. Hem albeni hem de fiyat olarak. Benimse alacak tek bir şeyim vardı oradan. Smack Down karakterleri...

Neyse almasak da bakalım derken yeteri kadar yürüdüğümü fark ettim. O kadar yorulmuştum ki, bir yere oturup salata yedim. Ben ve Fransa’da sadece salata yemek. Haaa haaa. Gülerim buna. Ve de güldüm.

Metro’ya binecek halim kalmadığı için taksi aradım. Tüm “taxi” tabelalarının altındaki araçlar kilitliydi. Yoldan da taksi çevirmek imkansız burada. Ben yine de şansımı denedim. Olmadı. Bu Fransız milletinin ne kadar asık suratlı olduğunu düşünerek metroyla otele döndüm.

Otel girişinde sevgili Camelia ve eşi ile karşılaştım. Bana sms atmış onlarla yemeğe çıkmam için. Özür dileyerek kendimi yatağa attım.

Gün 2
Sevgili Günlük,

Bugün toplantılar başladı. May piir Cami ile hemen yanyana oturduk. Açılıştan sonra hepimiz bir thinki tank etmek için gruplara ayrıldık. Uluslaraarası olmak böyle birşey sanırım.

Karşımda, Dorte, Tanja, Maryüke, Monica yanımda Kim, öbür yanımda Salah ve Judith oturuyor. Salah Arabistan’da çalışıyormuş ama nedense aslen Mısırlı olduğunu söyleyip durdu. Mısırlılar Sudi’leri küçük mü görüyor ne? Neyse bu abinin tek görevi toplantı ve molalar boyunca kadınlar mı majoriti, erkekler mi araştırması yapmaktı.
Çin ekibinin ingilizce hakimiyeti ve iş bilgisine hayran kaldım. Amerikalılar biz ve “rest of the world” durumundaydı. Venezüella’dan gelen bıyıklı kız ise kelimeleri havada asılı bir şekilde konuşurken, kendisinin şirket adını bile söylemediğini fark ettim.

Akşam kokteylden hızlıca tüyerek bir arkadaşımla tipik bir Fransız restaurantına gittik, hani ingilizce menü ve de ingilizce bilen garson olmayan yerlerden. Bekledik, bekledik. Kötü bir masada menüyü söktük. Tip vermeyince dışarda içtiğimiz son kadehleri bu saatte dışarıda alkol alamazsınız diyerek elimizden aldılar. Nereye düştük diyerek hızlıca topukladık.

Gün 3
Sevgili Günlük,

Bugün de inanılmaz bir programa başladık. Bitmiyor ki bitmiyor. Arada insanlara bakıyorum. Dikkat ettim, bütün eli yüzü düzgün ve de yağuşuklu erkekler evliydi. Güzel kadınların ise çoğu bekar. Aklım ermedi. Neden güzeller bekar ve yakışıklılar evli. Yakışıklıların evli olduğu kadınlar güzel mi? Bu işte kesin bir hatun cinliği var.

Öğleden sonra herkes iyice yorulmuştu. Toplantının detaylarını anlatmayacağım pek tabi ama etkinlik biterken toplu fotoğraf çektirme kararı alındı. Minnacık bir sahnede 60’ın üzerinde insan dizilmeye çalıştık. Fotoğrafçının bölüm bölüm fotoğraf çekmesi benim ve Cami’nin gülme krizi geçirmemize sebep oldu. Hatta o kadar güldük ki benim gözümden şakır şakır yaş geldi. Bu arada karede yer almamış olabilirim.

Akşamki tekne turundan yırtmak için ben, Cami ve Jonh (hazbınd of Cami) herkesten önce gizlice otelden çıktık. Hatta tek tek çıktık, metro durağında buluştuk.

Güzel bir yemek, şanzelize’de 4 kadeh alkol, bir soda ve bir suya verilen 83 euro, arap taksiciyle otele dönüş....

Gün 4
Sevgili günlük,


Dönüş günü ve tek söyleyebileceğim; 14 saat havaalanında beklemenin tadı hiçbirşeyde yok. Hala tedavim bitmedi.

13 Ekim 2009 Salı

Gerilla servisink....


Yazmıyım, yazmıyım diyorum elimde değil. 15 milyonluk hedef kitlem telefonlarımı çaldırıyor, evimin önünde kamp kuruyor....


“Çucuğumun” gittiği okul devreden çıkmış olsa, yani o okula gitmese, ayda 2.500 TL cebimde kalır. Bu da 1.200 euro demek. Bu sadece okul ve servis. Okula uygun ayakkabı, giysi, kırtasiyeden söz etmiyorum bile. Hani pazardan alıp giydiremiyorsunuz bu veletlerin üzerine. Alıştırılmış kudurtulmuştan beterdir hesabı.

Çocuklarımız bir şekilde bu okulların spor takımlarında görev alıyor. Hasbelkader, başarılı ya da başarısız bir şekilde, daha da çok veli ve antranörlerin desteğiyle varlık gösteriliyor. Umut hep bir sonraki seneye. Hep birilerinin bu işi sahiplenmesinde.

Pek çok insanın inanmakta, adapte olmakta zorlandığı bir iş yapıyorum: İletişim. Bunca yıl sonunda öğrendiğim ve uygulamaya çalıştığım şey şudur: sorununu tepe yönetimin sorunu yapmak. Yani iletişimi genel müdürün ya da başkanın sorunu haline getirmek. İşte o zama sahip çıkar insanlar. Bunu yaşamın diğer alanlarına da uygulamak mümkün, hoş işimde yaptığımı evimde yapamasam da... Ama bu sefer kararlıyım.

Çocuklarımız bu sene haftanın her günü okul sonrası antreman yapacaklarmış. Okul ve ev yakın olduğu için bizim evde olmamız en kötü ihtimal 18.30. ben de pek meraklı değilim 1.5 misli kira ödeyip burada oturmaya ama veletin büyüyüp “anam anam garip anam, çilekeş anam” demesini bekliyorum.


Okulumuzun servis işlerini yürüten firma bu sene “ciniıs” bir fikir bulmuş.

Antreman sonrası evi en uzakta olan bebelerin eve daha da geç kalmaması için hepsini “ana artel”lerde indirmek. Hani İstanbul’da felaket anlarında (kar, buz, yağmur) açık olan artellerden söz ediyorum. Bizim arteller sadece sellerde kapalıdır, onun dışında nan-sıtop açıktır.

İşte o ana arteller ana caddelerin benzin istasyonları, alışveriş merkezleri, pastane, karakollara felan denk geliyor. Kar, yağmur, çamur, yapılan ağır sporların sonrasındaki olaylardan söz etmekten geçtim. Bu memlekette çocuklar çatır çatır kaçırılıyor... Sanırım işkencenin sadece şekli değişiyor uygarlaştıkça.

O zaman ben de X tur yöneticilerinin sorunu haline getirmeliyim bu durumu. Yarından itibaren X tur yöneticilerinin aynı okulda eğitim gören çocuklarını okuldan alıp ana artel, ya da hartellerde bırakmayı düşünüyorum. Belki o zaman soruna ve çözümüne ortak olurlar.

12 Ekim 2009 Pazartesi

FARK VAR...

Farkın ne zaman daha farkedildiğini öğrendik ama farkın nedenini henüz çözmek nasip olmadı, olur mu onu da bilmiyorum.
Aşağıda okuyacaklarınız sayın hedef kitlem, aynı yaştaki ayrı cinsiyetteki iki çocuğun olaylara yaklaşımıdır.




Esas Kız: Zeynep, Yaş 9,
Esas oğlan: Can, Yaş 9
Yer: Tarabya

Can: Aaa adam gay?
Zeynep: Gay ne demek?
Can: Kendini kadın sanan erkek demek.
Zeynep: O ne demek?
Can: Ya hani var ya Recep İvedik’teki kamyo şöförü işte öyle demek.
*********
Can: Annen uyanmadı mı?
Zeynep: Hayır
Can: Oha. Karnım acıktı.
Zeynep: O zaman ben sana kahvaltı hazırlıyım.
Can: Yapabilir misin?
Zeynep: Evet
Mutfağa gidilir. Zeynep’in uykucu annesi konuşmaları dinlemektedir.
Can: Yumurtaya nasıl ulaşacaksın?
Zeynep: Sandalye ile. Hıım, şimdi al sen yumurtaları, bu da yağ. Heh işte bu da tava.
O sırada çıt çıt aygazın yanma sesi duyulur ve anne olaya el koyar.
***********
Zeynep yemek masasında heyecanla tatilde gittiği aquapark’taki kaydırakları anlatmaktadır. Ama Can tarafından devamlı bölünür. Her “k” dediğinde Can “fütursuz” bir şekilde konuşmasını bölmektedir.
Sonunda konuşması devamlı kesilen Zeynep çaresizce annesine bakar. Bir nevi yardım ister. Can o sırada hala konuşmaktadır.

*****
Yer: Kemerburgaz, bir balıkçı
Kalamarları mideye indiren çocuklara (Can eliyle yemiştir, Zeynep çatal-bıçakla) Can’ın annesi ıslak mendil uzatır, Can atlar, Zeynep almaz.
Zeynep: Ben ellerimi yıkayacağım.
Can’ın annesi: Aslında daha iyi olur.
Zeynep: Annem beni böyle yetiştirdi.
Can’ın annesi:!

****
Yer: Göktürk-Zekeriyaköy orman yolu
Can her şeye tepki olarak “oha” demektedir. Bir süre sonra Zeynep de bu modaya uyar. Anneler kızar.
Can’ın annesi: Bak Can, eğer tekrar ağzından o kelime çıkarsa çok kızacağım. “oha” demek istediğinde onun yerine başka bir kelime kullan.
Can: “Şabay babay” olur mu?
Kısa bir sessizlikten sonra arabadaki tüm dişiler bu salak öneriye güler... 9, 29 39... HEPSİ...

10 Ekim 2009 Cumartesi

BURALIYIM...

İş için Fransa’ya gittik. Bu bloğu takip edenler “Nerde Pirak, orda bırak” maceralarımı bilirler.

Paris benim için önemli ve güzel bir şehir. İlk defa yalnız gezebilmenin, yalnız birşey yapabilmenin garip birşey olmadığını, aksine çok da keyifli olabileceğini orada öğrenmiştim. Paris’e ilk defa iş çin gidiyordum ve işten gezmeye pek vakit kalmıyordu ama ikinci günün akşamı benim olacak diye çok ama çok sevindim. 30 dakikalık bir alışveriş turu (o da oğlan için), sonra turistik olmayan bir sokakta uzunca bir yürüyüş ve yemek için “ooo şanzelize”...
Aklımdaki 3 ayrı mekandan birine karar verdim. Hem ana caddede olan bitene hakim olmak açısından inanılmaz bir deneyimdi. Yemek yiyip keyif yaptığım 1.5 saat içinde 6farklı türk grup gelip menüleri inceledi. Bazıları anlamadı, bazıları “amanın ben yemem” dedi, bazıları da daha sonra gelmek üzere gitti. Bu caddenin %50’si olmasa bile sanırım %30’u Türk, geri kalanı da Japon zaten.

Neyse, dönüş için havaalanına vardığımızda çek in yaptırdık. O sırada yanımıza gençten bir Türk yanaştı. Yanındaki türbanlı, beyaz giysili bayanı göstererek, uçağa kadar bizimle gelip gelemeyeceğini sordu. Biz de pek tabi “evet” dedik.

Teyzemin üzerindeki çekingenliğ atması uzun sürmedi.
Teyze: İzniyiniz ne kadar? (yazım hatası yok-böyle konuşuyordu)
Biz: Ne izni?
Teyze: Yani ne kadar kalacaksınız Türkiye’de?
Biz: Biz orada yaşıyoruz, iş için geldik. Siz?
Teyze: Ben buralıyım...

Evet ya, teyzem parizyenmiş... bunu öyle bir gururla söyledi ki gerçek sandık.

Evet teyze parizyendi ama hangi “geyt”ten çıkacağını çözemediği için bizim peşimize takılmıştı. Bu ironiyle yürümeye devam ettik.

Pasaport kontrolünde teyzenin oturma izni olmasına rağmen gıdım Fransızca konuşmaması polisleri sinir ettiği için onlar da teyzeyi sinir etti. May kolliig Fransızca bildiği için olaya el koydu sağolsun.

Ama teyzemiz bu şoku da hızla atlattı ve fri şopta da peşimizden ayrılmadı.
“Aman, şuncacık şeye 15 yuro istiyorlar, amanın bir başörtüsüne 90 yuro demişler”. Derken teyzemiz iyi niyetimizin sınırlarını zorlamaya başlamıştı ki kendisini bekleme salonuna oturttuk ve “biz uçak gelince gelip seni alacağız” dedik.

Uçakta panikledik, zira teyzeyi unutmuştuk. Neyseki beyaz parizyen eşarbından tanıdık kendisini. Türkiye sınırlarında “hakkımızı helal ettik” (helal hızlı ve kapalı a ile söylenecek).

Tam da buralı olduğumuza şükrederken İkitelli’de trafiğe takıldık.

Taşralıyım ezelden...

Evet taşralıyım. Doğdum, büyüdüm, eğitim hayatımın bir bölümünü o şehirde tamamladım. Aldığım eğitimden, kentimin insanlarından hep gurur duydum.Vakti zamanında üç beş çapulcu zavallı kuğuları pişirip yemeseydi, üstüne de “biz onları davuk sandık” demeselerdi daha iyi olacaktı ya. Neyseee konu bu değil.
Ama yaşamak başka, çalışmak çok başka, hele bir kere metropole alıştın mı, diğer hayata sarmalanmak çok daha başka.

İsim vermeyeceğim, bir kentte bir açılışa gittim iş için. Bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesindeydi tören. Alandaki en sinirli siyah takım-çorap kominasyonlarının tepe yöneticiler olduğunu kavramak zor değildi. Ve peşlerinde merakla dolaşanların da çalışanları. Ve de başörtülerinin altına rengarek giyimleriyle, altın gününden gelmiş ya da gitmek üzere olanlar da eşleri. Bir tek küçük şehirlerde eşler bu kadar dahil olabilir iş hayatına dedim kendi kendime, memleketimi de düşünerek. O kadar görmüş geçirmiş bir kadın olan annem bile, komşularından söz ederken isim kullanmaz; diş hekiminin eşi, doktorun büyük kızı, avukatın yengesi... Bu nedenle ismi olmayan bu karakterlerimiz bu şana yaraşmak için burunlarını her türlü işsel konulara da sokuyorlar sanırım... Özellikle fotoğraf karesinde yer alma yarışı muhteşemdi. Bayanlarımız kaç kişinin üzerine basarak devlet erkanının yanında çömerek kadraja girdiler bilemiyorum. Herşey 3 saniye de oldu. “Uzay yolu”nda ışınlananların esamesi okunmaz bu bayaanların yanında.

Önce bir kaymakam geldi tören alanına. Koşturmalar, panikler. Sonra Vali. Kulağımda “ay of dı taygır” çaldı. Vay be bu ne önemli bir girişti.

Birbirinin aynı konuşmalar, kırık Türkçeli ifadeler, bir şuursuzluk hali. Ama sadece onlar değil, bizler de şuurlar gitmeye başladı. Yeni yapılan futbol sahasında ise, şuurlarının gittiği tescillenmiş hastalar vardı. Yani mekanın gerçek sahipleri. Yanına yanaşıp ağlaşanlar, birden göbek atmaya başlayanlar, ilaç soranlar, açılışların doğal seromonisi halk dansları gösterisi (sanki birileri foklor oynamazsa o açılıştan sayılmayacak)... Hedef kitle ile gözgöze gelmemeye çalışarak endişeyle izledim etrafı. Hangisi hangi dertten orada merak ettim, ben bir gün delirsem, hangisi olacağımı düşünmeye başladım. Genelde mutlu görünüyorlardı. Bunu düşünerek kendimi rahatlattım.

Vali bey, halk dansları gösterisini çok beğendi. Yeni sahanın gıcır topuna ilk vuruşunu yaptı. Hayat etrafında döndü. Vali the great commander, Vali Sezercik aslan parçası, Vali küçük mucit, Vali halk sevdalısı, Vali sağlık gönüllüsü. Adamcağız daha uzun kalsaydı başka hangi aktivitelere sokarlardı bilmiyorum. Ama haberleri takip ettiğimde kendisinin aynı gün, “kültür-sanat elçisi”, “spor sevdalısı” görevlerini de aldığını gördüm.

Böyledir işte küçük kentler. Bundan 4 yıl önce ex patronumla bir şehre gittiğimizde kendisini karşılamaya 50 araç gelmişti. O kadar korktu ki ilk başta birşey mi oluyor diye. Hayır, o sırada o kentin en önemli insanı oydu. Orada yaşam böyle akıyordu. Bizim açılışın en önemli insanı da Vali idi...

Hedefim büyük değil ama en azından bizim evde “Vali” gibi karşılanacağım günleri hayal ederek uykuya daldım...

2 Ekim 2009 Cuma

Okullar açıldı, insan neşe doldı...


Yes, allright derken bir yazı daha devirdik, bir eğitim-öğretim yılını da getirdik. 15 milyon küçük kafa okulun yolunu tuttu dualarla. Onların bir takım koca kafa anne ve babaları da trafiği arap saçına çevirdi ağızlarından köpük çıkararak. Zaten siz de tanık oldunuz.

Şimdi olayların mutfağı, yani o kadar çocuğun okula başlamasından önce yaşananların bir kısmı.

İlkokul dördüncü sınıfta kitap ve defterlerimi kendim kaplardım, çok iyi hatırlıyorum. Oysa oğlumun bu aktivitedeki tek katılımı kaplıklar arasında Rey Misterio desenlilerinin olup olmadığı.

320 TL’lik kitap aldık. Neden söylüyorum, kaç kitap alındığı tahmin edilsin diye... Kitapların şeffaf naylonlarla kaplanması lazım. Zira bu aklı evvel bıdıklar hangi kitaptan ödev var bilemeyip ya hepsini ya da hiçbirini, genelde de en yanlışını getiriyorlar eve. Dolayısıyla bu kaplama-kaplık işlemleri daha da acılı oluyor devamlı kayan zımbırtılarla. Hazır naylon kaplıkları da Tazmanya İlköğretim okulları için yapmışlar. Çünkü MEB’in hiç bir kitabına uymuyor.

Neyse efenim, bu tertip düzen işi tamamlandığında sıra etiketlemeye geçiyor. Okulun da istediği herşeye etiket yapıştırmamız. İrili ufaklı bir sürü etiket. Tabi o kadar çok şey isteniyor ki –mesela resim dersinde istenen kuru boyalarla, sınıf etkinliklerinde istenenlerin karışmaması lazım- aklını yitirmemek ve kendini etiketlememek imkansız. Bizim hepsinden birer tane olurdu ve asla kaybetmemize fırsatımız da olmazdı.

Etiketleri yaza yaza bir ara adımın Can olduğuna kanaat getirmeye başlamıştım ki, bir sonraki aşamaya geçtik. Yani tüm derslere göre malzemelerin tanzim edilmesi ve poşetlere konup üzerlerinin yazılması ki hepsinin arasında en kolayı.

Tabi bir de kırtasiye alışverişi sırası var ki, benimki gibi çok konuşan ve soru soran bir çocuğunuz varsa iki ortalı defter olup rafta yerinizi almak isteyebilirsiniz. Allahtan tedbir insanı olarak bu alışverişi de bir de kalabalık cinneti yaşamadan halletmiştik.

Giysiler de ayrı dert. Hadi geçen seneden birşeyler var dedik, pantolon babındaki herşeyin dizleri başka renk. Hani bu erkek çocuklar dizlerinin üzerinde kayıyor ya. Bari esşofman da alalım dedik. Bu sene eşofman altlarında “ağ yerde” modeli uygulanmış. Basbayağı bildiğiniz şalvar. Hadi ondan geçtim “fit” çocukları asla düşünmemişler. Basen kısmı maaşallah bana bile olur. Nedenini sorduğumda firma yetkilisi “biz model sunduk, okul aile birliği bu modeli seçti” dedi. “neden, okul aile birliğinde bir obez mi var?” dedim. Kasadaki kız dışında hepsi bana çok kötü baktı. Ben de kızcayızla kanka moduna geçip anırarak güldüm. Sonra ben dı üstün zeka, yarı eşoman parası daha vererek mahallenin kendini Cemil İpekçi sanan terzisine yanlardan daraltma ve beli düşürme operasyonu yaptırdım, sırf çocuk rezil olmasın diye.

Alışveriş, hazırlanma kısımları bitmişti ki, kötü bir haber aldık. 4. Sınıftan itibaren “hazır bulunuşluk” sınavı varmış. Hayır okulda hazır bulunmaksa kasıt valla biz oluruz derken, kaydırak tatillerinin, yan gelip yatmaların acısının çıkacağını öğrendik. Sosyal sorumlu bir anne olarak geçen seneden hatırladığım soruları sormaya başladım. Kıtaları say: asya, avrupa, pantartika. Aferin yavrum, hem hazırsın, hem de bulunuyorsun. Bir tek nerede bulunduğun konusunda sıkıntılarım var.
Neyse bu cevaptan sonra karıca yuvaları hangi yönü gösterir sorusunu pas geçip, kaderiyle bıraktık sınav sonucunu.

Okulun ilk günü, ben, oğlum, içimdeki hamal, 4 çantayla okula gittik. Yeni eğitmece, öğretmece, velilere kanırtmaca yılını hayırlısıyla karşıladık.

Varlığımız Türk varlığına armağan olsun.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

MR'den korkup dışarı kaçan gözler...

Şahsen daha estetik birşey beklerdim. Hani o kadar MR (emar memar) itibarlı isimlerin olsun, hem de pahalı ol. Hem de seni çektiren binbir sıkıntı yaşasın, olmadı valla olmadı. Oysaki ben zekamın, hatta içimdeki güzelliğin de dışarı vuracağını sanmaktaydım.

Daha önce dizim için çektirmiştim bu MR’yi. Fek-at beyin öyle mi ya. Daha artistik bir çalışma beklerdim.

Tansiyon denen zımbırtının gözüme tacizinden sonra bir nevi “ibiş” gibi ordan oraya savrulmaktayım. Bugün itibariyle beraber tam yedi hekim gördü ceylan gözlerimi, yedi ayrı kişiye dert anlattım. İkisi iki kez gördü derseeek, tam dokuz kez bir takım kapılardan içeri girdim. Sigorta şirketi yetkilileri sanırım bir dumur yaşamakta. Her gün onay, her gün onay. Olur mu canım...

Neyse baştan ikinci ve son nörolog MR çektireceğiz dedi. Hani içimiz rahat etsin babında. Ama bir sorun var. Ay kant MR... Bikaus ay em klostorofobik... Prag’ta yerin altındaki restauranttan “imdak” diye dışarı çıkabilen biriyim.

Bu korkum üzerine doktor beyle “buyrun burdan yak”tık. Açık mı olsa kapalı mı olsa derken, en sonunda uyutulmayı kabul ederek MR’yi de kabul ettim. Altı saat öncesinden yeme içme, yaşama öl nidalarıyla gittik bir arkadaşımla hastaneye. Sağolsun kendisi pek soru sorar, ikimizin tedirginliğiyle nasıl uyutulacağımı herkeşşe sordu. Sanırım beni çok seviyor. Doğumdan sonra narkozdan şiştiğimi de söyleyince birkaç hemşireyi de aramıza alarak panik olduk ama soğukkanlı davrandık.

Giysimi ve otel terliğimi giyerek beklemeye başladım. Aneztezist geç kaldı. O sırada bir hemşire geldi yanıma ve bana ilaçsız bunu başarabileceğimi, gün ortasında gereksiz narkoz almamamı, hatta sonrasında hemen kahve içebileceğimi ballandıra ballandıra anlattı. Son 6 saati suyla geçiren ben-laf aramızda uyurken ne olur ne olmaz diyerek onu da çok içmedim- balıklama atladım (sanırım boğa burcusu insanlarını yeme-içmeyle motive etmek lazım).

Önce prova yaptık. Bildiğiniz prova, hani yapabilir miyim diye. Sonra yaparım dedim. İlk 5 dk’da nefessiz kaldım. O zaman bir fırlatma durumu oldu. Ama sonra kendimi rahatlatarak 25 dkyı bir güzel bitirdim. Sonraki beş dakika çocuk gibi tebrikleri kabul etmekle geçti. Ay Allahım ne hallere düştük.

Sonra raporumu aldım. Henüz beyin sağlığım yerindeymiş çok şükür.

İşte bu da tıp dünyası ne derse desin benim korkudan dışarı fırlayan gözlerimdir. Hatta kim ne derse desin.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

BİR BİLEŞMENİN ANATOMİSİ YA DA “NALET OLSUN İÇİMDEKİ İNSAN SEVGİSİNE”….



Adı Özkan’dı gittiğim psikiyatr’ın. Bir sabah işe gitmiş, nefes alamadığıma kanaat getirmiş, iş yerine en yakın hastanenin web sayfasından tesadüfen bulmuştum adını.

Çok düzgün biriydi Özkan Bey, ama benimle konuştuktan sonra bir daha kendine ne zaman geldi bilmiyorum. Hoş, bir kez daha gördüm sonra ilgili şahsı. Artcının 2 sene sonra geleceğini nereden bilebilirdi?

“Ne? İki departman kapatılıyor ve iş arkadaşlarınız işten atılıyor diye mi geldiniz?” demişti. “Evet bazıları yakın dostum. Ve çok üzülüyorum. Gidecekleri gün bile belli, öyle bekleşiyoruz. Tam 1 ay oldu ve dayanamıyorum. Ya da nalet olsun içimdeki insan sevgisine!”.

Gazetecilere haber verir diye şirketin adını bile vermemiştim. Hem sosyalim, hem sorumlu. “Kendinizle ilgili kaygınız var mı?”. “Yok benim kendimle ilgili kaygım. Olsa da sorun değil ama bana bağlı çocukları nasıl koruyacağım onu düşünüyorum”.
Teşhis: “Hem duygusal hem salak” olmuştu sanırım.

2006 yılında tekrar “Cee” dedim Özkan’a. İkinci kez gidince samimiyet oldu, Bey’i attık. Beni hatırlaması uzun sürmedi. Giden gitmiş, yeni yaşamlar kurulmuş ve daha az hatırlanır olmuştuk. İlginçtir o psikoloji. Gidenler, gitmek zorunda bırakılanlar, kalanlara içten içe gıcık olur. Kalanlarsa kendilerini suçlu hisseder nedense. Oysa gidenlerde gelecek kaygısının getirdiği endişeyle beraber bir hafiflemişlik de olur. Ama asıl yükü kalanlar yükler. Ya da ben öyle sanıyorum. Bu seferki ziyarette de konu aynı idi. Kriz benim departmana ve bazı bölümlere de sıçramış, her akşam bugün de kimse gitmedi diyerek günü kurtarır olmuştum.
Teşhis: “Hem duygusal, hem salak, hem de sıra ona da gelebilir, haberi yok” olmuştu.

Aradan zaman geçti, radikal kararlar alındı, köklü ama yeni kurulan yeni bir işe girildi. Yine tam iki yıl sonra, bir telaş bir hareket. Bu sefer konu “küçülme” değil, “birleşme”.

Bu şirket birleşmeleri insan birleşmesine benziyor. Pek tabi burada gitme kalma hesabı daha fazla ama genelde görücü usulü başlayan süreç, söz, nişan ve akitle son buluyor. Ya da “ayrı dünyaların insanlarıyız” tadında alınan altınlar geri veriliyor. Hendşeyk hem de gold. Ve maşirket hepimiz bir takım iş görüşmeleri yapıyoruz yeni patronajlarla.

O gün kim fön çektirmiş, kim takım elbise giymiş, kim normalden daha özenli bir haldeyse anlıyoruz ki iş görüşmesi var. 45 dkda bir, biri ayrılıyor binadan ve o sırada başka biri görüşmeyi tamamlamış geri geliyor. Bazılarını kapıda karşılıyor arkadaşları. Köşedeki polis arabasındaki memurlar ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. Acaba hiç saat tuttular mı? Hiç iki bina arasında gidip gelen insanların yüzlerine baktılar mı? Kaygı, tasa, endişe, sevinç, mutluluk.

Şirketlere girip bir daha başlarını dışarı çıkarmamış o kadar çok insan var ki. Hiç başka alternatif aramamışlar, hiç iş görüşmesine gitmemişler ve hiç özgeçmiş yazmaya gerek görmemişler. Burada da 10-15 yıl arası gelen bu sürpriz telaşı daha telaşlı hale getiriyor.

Birileri “ceket mi giysem yarın?” diye soruyor, diğeri “mutlaka” diyor. Bazıları işleri nedeniyle hiç gerek olmadığı için belki de ödünç alınmış ceketlerle yola koyuluyor. Bazen yolcu ediliyorlar, bazen karşılanıyorlar. Taktik veriyorum, CV yazıyorum, CV düzeltiyorum... İçim çekiliyor. Çekildiğini belli edemiyorum.

En zoru da tüyo alınan “güçlü ve zayıf yönün” sorusu. Birden keşfettik ki kimsenin zayıf yönü yok. Yani aslında var da, farkında değiliz veya değiller. Uyduruktan etkileyici zayıf yönler bulunuyor kafa kafaya verilip. Tam tersinde de durum vahim.

Ve yine öğreniliyor ki, 10 kaplan gücünde çalışanlar bu güçlerini bile bilmiyorlar.

Bir proce bile oluşturdum konuyla ilgili. Dayatma “misyon-vizyon” kardeşler bir köşede asılı kalsınlar, ama ben sanırım herkesin güçlü yönünü öğrenmek istiyorum. Belki herkesinki aynıdır.

Sonuç olarak bir ÖSS heyecanı ile yollar tepiliyor.

“Heyecanlanma, sakin cevap ver, işte bu da suyun, haaa, okunmuş pirinçleri de at ağzına. Şeker ye zihnini açar”.

Şeytan diyor ki al çekirdeğini, örgünü, git bekle kapıda mizansene uysun. Yanına da bul bir kaç “hatimci” yandaş.

“Nasıl geçti?” son günlerin kilit sorusu.
“İyi geçti”.

“Bakalım sonuçlar ne olacak”.

“ Ay saçmaladım sanırım”.

“Ya da heyecandan yapamadım”.

Bunların konuşulduğu en gözde mekan ise sigara yasağından sonra hazırlanan açık sigara odası. İçen içmeyen herkes orada. Bu mereti içtiğime sevinsem mi üzülsem mi bilmiyorum. Ama “sokaktaki vatandaşın” kalbi orada atıyor.

Öğle tatilleri ise genelde bir araya gelmeyen insanların ve grupların birlikte yemek yedikleri ya da kahve içtikleri ritüeller haline geldi. Tanıyan tanımayan, samimi olan olmayan birlikte. Geçen gün birlikte kahve içtiğim grup yedi cihan birleşir bunlar yanyana oturmaz çeşidindeydi. Biz Türklerin zor anda “yumak” olması hali bir nevi. Bense bu durumu “Hababam Sınıfı sınıfta kaldı” ya da “Hababam Sınıfı güle güle” tadında yaşıyorum. Sanki son kez biraraya olunuyor ve sanki bir anda biri bir fotoğrafını imzalayarak bana uzatacakmış gibi geliyor. Melih Kibar o meşhur müziği; naaa naaa naa naaa naa... diye en acıklı notada çalacak. Sonra Mahmut Hoca çıkıp herkesi affedecek ve bir anda melodi en neşeli haline dönecek. Sevinçle dans edeceğiz. Adile Teyze mutluluktan ağlayarak gözyaşlarını başörtüsüne silecek.

Umut dünyası ya, biz de böyle hayal ettik.

Ama hayat bu. Böyle olmuyor.

Fransızların dediği gibi; c'est la vie

Yani “this is life”...
Ya da “nalet olsun içimdeki insan sevgisine”...

4 Ağustos 2009 Salı

TANSİYONUM GÖZÜME DARP ETTİ



Aslında kan çanağı gözlerimi koyacaktım ama çocuklar için sakıncalı olabilir. Yani mevcut görüntüm “+18, şiddet ve korku öğeleri içeriyor”.

Cumartesi sabahı bir acıyla uyandım. İnanılmaz bir baş ağrısı. İlaç aldım ama sol gözümde olduğunu iddia ettiğim ağrı geçmedi.
Eyvallah.

Pazar sabahı da aynı ağrıyla kalktım. Mutfağa doğru giderken dolabın aynasına iki kez baktım. Bir de ne göreyim, göz kapağım kıpkırmızı ve gözümde bir kanlanma var. Amanın dedim, neden olabilir ki. Hemen bir bilene sorduk.

Kısa bir süre içinde ver elini yeni hastanemiz.

İçeriği girdiğim andan itibaren herkes darp görmüşüm gibi bakmaya başladı. Hatta bakmakla kalmadı sordu. “Evet darp gördüm, BJK-Fener maçına gittim, arbede çıktı, ben de dayak yedim”. Kardeşim darp görsem karakolda olurum.

“Peki bu durumu nasıl açıklayacaksınız?”. “Valla ben açıklamayı pek düşünmüyorum, sizin açıklamanızı bekliyorum, doktor olan sizsiniz”. Birbirinin aynı sorular, aynı meraklı bakışlar.

“Bir de nöroloji uzmanımız görsün”. Peki o da görsün. Ona da aynı açıklamalar. “Tomografi çekelim” eyvallah.

Nihayet beyinde bir kanama olmadığı anlaşıldı, yüreklere su serpildi. Ani stres, tansiyon yükselmesi ya da zorlamalarda olabilirmiş bu kanama.

“O zaman bir de kan testi yapalım”. “Neden?” İşte bu soruya şöyle bir yanıt aldım: “göz doktorumuzu evden çağıracağız, zaten 1 saati bulur, o zamana dek kan testi de yapalım”.

“Pazar ya işler kesat herhalde. Kardeşim 2 hafta önce check up yaptırdım hastanenizde”.

Ver elini nöbetçi göz hekimi bulmak için başka hastane.

“Ne oldu size, darp mı var?”. “Bende yok, sizde olmasına ne dersiniz?”

“Sizi hemen nörolojiye göndermemiz lazım”. “Yok ben şimdi oradan geliyorum, size gönderdiler, selam da söyleyecekmişim”.

“Aleyküm selam. Bu arada ucuz atlatmışsınız”.

Darp dediğin böyle olur değil mi? Şimdi ne mi yapıyorum, elimde tansiyon aleti psikopatca tansiyonumu ölçüyorum. Bir de akşama çocuk misafirlerim var, korkmasınlar diye gözümü kapatıyorum.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Sherwood Ormanı'nda Bir Robinye Kut'um.

Benden Robin Hood olmaz. 1. Çalamıyorum. Allah da nasip etmesin zaten. 2. Olsa tükkan sizin ama o kadar param da yok dağıtacak. 3. Malum cinsiyet, Robin de olamadık. O nedenle ben Antalya’nın Sherwood ormanında oldum oldum, Robinye Kut oldum.

Bizim meslekte birilerini “elçi” yapabilmek, yani o hizmet, ürün ya da şirketle ilgili insanların sormadan konuşmasını sağlamak bir anlamda nirvanaya ermektir. Biz genelde olumsuzlukları yazar, yedi sülaleye felaketleri anlatırız. En beğendiği restaurantla ilgili yazı yazan gurme bile yazının sonunda “bilmem nerede 2 kişilik yemeğe 450 lira verdik” diyerek “gidin de geçiriyorlar” mesajı verir. Ben bu sefer hizmet verenlerin ermesini istiyorum.

Uzun zamandır görmediğim bir arkadaş sayesinde tanıştım Sherwood ile. Dört beş yıldır tatil köyü ya da otel temasından uzak tatil yapmayı tercih ediyordum. Beni memleketimde 2. Sınıf vatandaş olarak muammele görmek, yemek kuyruğunda üzerimden gözü aç bir sürünün geçmesi ve neredeyse sabah 7’de kalkıp havuz başında yer tutma derdi bayıyordu. Çocukla gidince de aynı dert aynı tasa. Hatta 2 kat. Yan şezlongta yatan Rus vatandaşı 50 liraya kalırken senin tek kişi için en az 200 lira veriyor olman da cabası. Kendi vatandaşını bu kadar kazıklayan bir sektör olmadığını düşünerek küsmüştüm beş yıldızlara. Ama bu sene oğlan kaydıraklı havuz diye ısrar edince ve uzun zamandır birebir vakit geçiremediğimizi hatırlayınca Mustafa Kemal ya da namı diğer Mıstık yetişti imdada.

Mıstık’ın güler yüzünü ve misafirperverliği TED kardeşliğinde, o nedenle yazmıyorum bile.

Bir otele girince ilk puanı resepsiyona veririz aslında. İlk defa turistik bir otelde zorla gülmesi tembih edilmiş yabancı resepsiyonistlerle karşılaşmadım. Halis mulis kibar Türk bayanları tarafından karşılandık. “Odanız henüz hazır değil” ifadesi bile o güleryüz sayesinde dünyanın en güzel sözü haline geliyor. Çıkarken de aynı şekilde tüm işlemin 2 dk içinde bitmesi, başka bir ihtiyacımız olup olmadığının sorulması da ayrı bir hoşluk.

All inclusive tatil konsepti hep sorundur gözümde. Şu ana dek bir tatil köyü dışında her yerde kuyruklar, bitmek bilmeyen eziyetler yaşadım. Saat 18.00 itibariyle restaurantta yer tutanlar olurdu. Çok şükür bu sefer ezilmedik restaurantlarda. Yeteri kadar mekan, yeteri kadar yemek, yeteri kadar masa. Ve de tahminen konaklayan kitlenin de seviyesinden kimse kimsenin üzerine çıkmadan, hatta sıra vererek geçti yemek fasılları.

Ahçılar masalar arasında dolaşıp çocuklara laf atıyor. Ne kadar yedi, yemedi, bazen hafif bir azar, bazen “biz bu yemekleri siz beğenin diye yapıyoruz” şevkatleri. Daha önce görmediğimiz bir muammele.

Kat görevlileri bile tatilin nasıl geçtiğini soruyorlar. Hatta biri “sizi memnun ettiğimizi dilerim” dedi. Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Yok bir yanlışınız var o ben değilim dedim.

Otelin içinde bulunan markette de Türk dergileri yoktu ama kendi gazetemizi okuyamadığım tatiller de gözümün önünde. ’97 yılında bir otelde bize en yakın gazete adını da bildiğimiz için “Bild” olmuştu. Ve ne tesadüf aynı günlerde Aktüel dergisinde Can Dündar yazmıştı bu durumu. Ağlayarak kendisine mektup yazmak istemiştim. Ha, ayrıca markette Türklere özel önem var.

Ve tabi Mıstık ve ekibinin güzel gösterileri de gecelerimizi renklendirdi. Bundan sonra bu Robin Kut’un okları ancak Sherwood ormanını gösterir.



Önemli not: Sherwood havaalanına o kadar yakın ki, hiçbir taksici ile “kaça gidersin” diye pazarlık bile yapmıyorsun. Bir durizm patlamasında 100 euro verdip dur-ist olmuştuk. Duyrulur.

Tatiller kısadır, önemli olan "kaliteli zaman geçirmek". Ben de inandım!

Nedense hayatımda birileri önemli değişiklikleri yaz aylarına denk getirirler. Oysa ben önce bahar sonra da yaz çocuğuyum. Hepi topu 3 ay olan yazı pas geçince o sene hiç bitmemiş gibi geliyor. Anlamıyorum yaşadığımı. Bu sene de güzel bir iş okazyonuna denk geldi tatilim. Ve de dendi ki “al sana 4 gün tepe tepe kullan”. Ancak kum tepesi olur bundan dedik içimizden ama fazla da mıklamadan bir arkadaşımın çalıştığı otele yine onun sayesinde son dakika rezervasyonu yaptırdık.

Bizim yolculuk, “bu uçak düşer” yorumları yapan oğlumun çevre koltukları tedirgin etmesiyle başladı. Bu oğlan küçükken de böyledi, korkusu hep diline vurur, uçaktakiler de “amanın sabi dile geldi, başımıza bir iş mi gelecek” diye tedirgin olurlardı. Bu sefer de benden fırça yiyene dek konuştu. Yanımızda oturan çocukcağız 55 dk’nın sonunda herşeye güler hale gelmişti sinir bozukluğundan. Sonraki dakilarda ise uçaktan indiğimizde yani yüzüme çarpan korkunç sıcaktan ben herşeye güler hale gelmiştim. Kendime küfür etmeye başladım birden içimden. Kim temmuzda Antalyaya gider ki. Gitme İstanbulda intihar et, en azından daha ucuz.
Klasik olarak bir Antalya tatil köyünde binbir millet insan var. Bu senenin yeni trendi Polonyalı turistler(miş). Bu kitlenin yanı sıra Rus, İngiliz, Alman, Fransa ve Hollanda vatandaşları ağırlıktaydı. İlginç bir şekilde Türk aileler de vardı ancak pek çoğu yurt dışında yaşayan Türkler olarak Türkçe konuşabilen son nesil temsilcileri gibiydiler. Çocuklarına Aylin, Serhat, Edanur, Şahin gibi isimler koymuş olmalarına rağmen çocukların Türkçe ile kendi isimleri dışında bir alakları yoktu. Esmer tenli Almanca konuşan bu miniklerin en Türkçe bilenleri Âlmânyâdan geldiklerini söyleyebiliyorlardı sadece.


Allah bu Rus milletini özene bezene yaratmış. Ve sanki demiş ki “sizin erkeklerinizi huy ve tip olarak feci yaratabilirim ama ey kadınlar, hem siz hem de sizden doğacak kız çocukları çok güzel olacak”. Bir tane çirkini olmaz mı bunların diye düşünürken bu ablaların biraz para görmüşleri, daha doğrusu paralı eşe sahip olanları boy boy dizmeye başlamış çocukları genç yaşta. Bilmem Putin de en az 3 adet doğurun dedi mi?

Avrupalı annelerin çocuk sahibi olma yaşı ise giderek ilerlemiş. Anneanne torun ilişkisi olarak görülebilecek kombinasyonlar aslında anne ve oğul ya da anne ve kız. Ama klasik olarak bu binbir çeşit millettin babaları –Türkler hariç- annelerinden daha fazla ilgileniyorlar çocuklarıyla. Anneler kitap okudu. Babalar çocuk yüzdürdü, bebek altı değiştirdi, arada kitap okudu, çocuklarıyla eğlendi. Zaten bu yabancı veletleri eğlendirmek için fazla da birşey yapmaya gerek yok. 35 cm veletler yemeklerini kendileri alıyor, bir sürü işlerini kendileri görüyorlar. Ağlayan tek çocuk milleti yine Türk çocukları. Bağırış çağırış yine bizde. Kendi bilmezlik, şuursuzluk ve mızırtı hali bir tek bizimkilerde.

Bu velet mızırtısı ailelere de yansıyor korkarım. Ne zaman bir Türk ailenin yanından geçsem ya annesi tarafından tehdit edilen, babasından fırça yiyen ya da anne ve babası ayak üstü tartışan çocuklar gördüm. Bunları aynen birebir ben de yaşadım zamanında. Bu sene de başımda bir mızırtı bulutu dolaştı durdu. İşin ilginci yanlarında çocuğu olmayan insanlar da pek mutsuzdu. Ve dedim ki; Biz Türklerin iç huzuru yok. Herşeyi, tüm sıkıntıları da yanımızda taşıyoruz.

Yine bu elalemin adamları gözlerini kitaplarından ya da çocuklarında ayırmazken memleketim bayları eşleri yanından ayrılır ayrılmaz hemen bir sondaj yapıp civardaki en bakılası bayanı buluyorlar Eşi haşemalı olan bir bay, eşi bikiniyle takılan erkek kardeşiyle bir turist bayan yanlarından geçerken “vay anam vaay” dedi gözümün önünde. Bariz laf atma. Hem de hatun o kadar da vay değildi. Yani ondan daha vaylar vardı ama o vaylar geçerken yanlarında eşleri vardı. Tahminen o sırada çaktırmadan yutkunuyorlardı. Bir ara bikinili olan görümce (haah haa çok baba laftır bu “görümce”-“bahçelerde börülce, oynar gelin görümce) bir ajan edasıyla çalılıkların arasından eşini gözetledi. Bu nedenle Türk bayanların %85’i yanlarından geçen tüm dişilere potansiyel tehlike olarak bakıyorlar. Bir de çocuklar genelde annede patladığı için baba o sırada nerede ne yapıyor ciddi bir muamma. Ama bir anda o koca göbekli, kaşlı bıyıklı adamlar değere biniyor ya, konu budur.

Arkadaşıma dedim ki; sen artık bizim milletin insanlarını 3-4 kilometre öteden tanırsın. “Tanımak ne kelime” dedi “şehirlerini bile söyleyebiliyorum”.

Ya işte bir tatil de böylece geldi geçti...

26 Haziran 2009 Cuma

Ağlarsa anam ağlar...

Vay be. Bizim nesil de gidiyor inceden inceden.

Annemlerin “Elvis” ya da “Ayhan Işık”ı kaybettiklerinde duydukları acıyı hissetmedim o kesin. Ama üzüldüm çikolatı renkli şarkıcımız ebediyete erince.

Son dönem hakkında çıkan haberleri saymaz isek;

Çocukluğumuzdu.

Parmaklara bant sarmaktı.

Buzda kayar gibi dans etmekti.

Kıvırcık jöleleli saçlar demekti.

Kötü demekti, ‘so bad’ yani. ‘ Libarian girl’ ve dinlerken Diana Rose’a nispet yapılan ‘Dirty Diana’ demekti.

‘Just can’t stop loving you’ ile hayale dalmaktı

Sonra birden ‘tehlikeli” oldu maykıl ağabey. Cidden dinlediğim son albümüydü.

Ucunu kaçırdım ve sevmedim geçirdiği operasyonları. Siyahi olsaydım daha çok koyardı bana geçirdiği aşama.

Türkiye-Amerika hattında kopan ipler ise bebeğini camdan sarkıttığı görüntüler oldu. Patates torbası mıydı o bebek. Ve tüm bebekliklerin, çocuklukların kafaya atılan örtüler olduğunu gördüm.

Hani bizim milletin TV ve bilgisayar gibi aletlere usanmadan koydukları dantel örtü misali Micheal’ın çocukları da nasiplerini almışlardı sanırım. Pek tabi kendisi de.

Nihayet sansasyonlarla geçen bir yaşam da son buldu... Gördüm ki yine en fazla zenciler ağlıyor...

Ötanazi iddiaları, borç batakları ve "olmayan ülke" hikayeleri ile ruhu da ailesi de kolay kolay huzur bulamayacak. Yazık.

Ve tineyçliğimizin hatırına dilerim rahat uyur...

Ben olsaydım sıkılırdım, biliyorum....

Ben olsaydım ve anne olmasaydım, bu anne milletinin gördüğü her şeyi, konuşulan her kelimeyi, yapılan her etkinliği ucundan kıyısından çocukla bağlayıp akabinde “evet ya, yaptım işte şimdi doyasıya ondan söz edebilirim”
muhabbetinden sıkılırdım, hatta kusardım.

Ayıptır söylemesi komik sayılırım ve çucuğum da biraz bana benziyor. Buna rağmen bu ikiliden sıkıldığım oluyor.

Benim 1 haftalıkken 5 kilo olduğumu, 9 aylıkken de yürüdüğümü söylemişti annem. O zamanlar bunun bir ayrıcalık olduğunu düşünmüştüm. Şu anda tek düşündüğüm keşke o kadar erken ayaklanmasaymışım oluyor. Bacaklarım, dizlerim çok ağrıyor zira. Ayrıca şimdiki kilolarım da kesin o zamandan kalma.

Bebekken oldukça zayıf olduğunu fotoğraflardan gördüğüm oğlumun babasını ise annesi “kocamandı, toramandı, maaşallah” diye anlatmıştı. Peki aynı benim hikayede olduğu gibi toramanlığın ülke ekonomisi haricinde bize ne yararı var?
Bunların “iddialar” olduğunu anlamam ise uzun zaman aldı.

Doktorumuz şunu söylemişti; "biliyorum sen de o kervana katılacaksın ama unutma, sana anlatılanların yarısı zırva".
Yani dünya nüfusunun çok azı zamanından erken yürüyor, konuşuyor, dört haneleri matematik işlemlerini çözüyor. Ama maaşallah yarısından çoğu bilmiş.

Ben doktorumuz tarafından öğretildiğim için bu kervana katılmamak için elimden geleni yaptım ama içten içe gerek bir gurur olsun, gerek bir sevinme, yaşamadım mı yaşadım. Ve maalesef ben de elimde olmadan çeşitli anlatım aktivitelerine giriyorum. En komiği de çevrede birden fazla anne varsa “anı ve çocuğunu” anlatma yarışına dönebilmesi olayın.

Günün sonunda kendi performansımı düşünüp kızarıyorum. Diğer anne ve babalardan değil henüz ebevyn olmayanlardan.
Ben olsaydım ahan da bu fotoğrafa bakar gibi hissederdim kendimi.
Yani bir o kadar da açık yürekliyim.

22 Mayıs 2009 Cuma

MAYNAK MIKNATISI

Değerli izleyenlerim yeni bir bakkıcı hikayesine hoşgeldiniz.

Çoocuğun eşek kadar oldu ne bakıcısı denebilir. Zaten son dönemde gördüğüm arkadaşlar, bakma değil, bakılmakla ilgililer. Bu nedenle sorun olmuyor. Biz voltran oluşturup kendilerine bakıyoruz.

Yaklaşık 8 aydır bizde çalışan (memleketini söylemeyeceğim) L’nin geniş dimağı ve yüksek IQ’su konusunda dost sohbetlerinde görüşümü paylaşmıştım. O dönemde mecburen başlayan bu işçi- işveren durumları bir takım sebeplerden dolayı devam etmişti. Yukarda Allah var, temizliği, iyi niyeti, saygısı ve çalıp çırpmaması konusunda hiçbirşey söyleyemeyeceğim. Zaten biraz da gider eteri gelir beteri korkumun ve “ya iyi kadın ya” acımalarımın da bu seviyeli ilişkinin bu güne dek gelmesinin sebeplerinden biri.

Benimki zor bir çocuk, soran, sorgulayan, anında yanıt isteyen. Pek tabi soruların çoğu bana. Evde çalışanlara “payroz” fırtınasını anlatmalarını istemiyor. Ama eve geldiğinde onu yönlendirebilecek, gerektiğinde onunla sohbet edebilecek birini istiyor biliyorum. Aslında bu kişi benim ama kendi kendime maaş veremiyorum.

Bu geçen sürede “dil”in ne denli önemli olduğunu gördüm. Sadece konuşulan değil, aynı zamanda paylaşılan dil. Ama zeka da önemli. Yani diyalog kurmak için gerekli iki şey.

Alın size bizden diyaloglar (tanışlara –ha ha, annemim böyle bir ifadesi var-talep halinde seslendirilir). Aşağıda yer alan cümlelerde bir gıddım abartma yoktur.


A: Akşama patates köfte yapar mısın ?
L: Peki A Hanım. Papatesleri nasıl yapıyım?
A: Bak şu şekilde doğra, hani yağda kızartıyoruz ya. Tavayı al, yağ dök, kızart.
L: Peki A Hanım.

Akşam A işten gelince kızarmış köfte ve fırında papates bulur.

****

L: Kalorifer çalışmıyor.
A: Nasıl yani?
L: Bilmem, ben birşey yapmadım.
A: Yapmamışsındır pek tabi. Ne zamandan beri çalışmıyor?
L: Saat 11.00’dan beri.
A: Peki saat kaç?
L: 19.00
A: Aferin. Neden aramadın? (ki kendisi uzun süredir uyarılmaktadır)
L: ???
A birkaç panik girişimle sigortanın attığını anlar.

***

A: Sabaha kadar hapşırdın, sabaha da doğru da öksürdün. Hasta mısın?
L: Evet A Hanım.
A: O zaman şu vitaminleri al, bir de şu ilacı. Bir de lütfen kağıt havlu kullan. Çocuğa da geçmesin.
L: Nasıl havlu?
A: Hani kağıt havlu var ya banyoda, sen onları kullan ellerini yıkadıktan sonra.
L: Ben anlamadım, şimdi ne yapicim?
A: Çocuğum gel buraya.
C: Efendim.
A: L’nin kullandığı tuvaleti kullanmayaya çalış ve lütfen kullanırsan da ellerini kağıt havluya sil. Biraz grip ya.
C: Peki anne.
A: L, birşey yapmana gerek kalmadı.

***
Bir sabah içilen çay boğaza dizilir...

L: A. Hanım çok hastayım.
A: Panikle-Ne oldu?
L: Buralarım kaşınıyor ayrıca akıyor.
A: Regl mi oldun?
L: Evet.
A: Emin misin?
L: Hayır değilim A. Hanım. Beni doktora götürünüz.
A: İşe geç kaldım ve seni doktora götürmek için izin alamayabilirim. Ama bizim orada doktorlar var, onlara danışırım.

İşe gidilir ve bir hekim arkadaşımıza danışılır. Tanı nettir, bayanların sıkca karşılaştığı bir enfeksiyon.
İlaç adı alınır, eczane aranır, sipariş verilir, ev aranır.

A: Şimdi sana ilaç gelecek, orada para var öde, doktor böyle bir teşhiste bulundu.
L: Ben o ilacı almam, doktora götürün beni.
A: Aşağıda hastane var, kendin gidebilirsin.

Akşam
L: Ben randevu aldım.
A: Ne zamana?
L: Saat 22.10.
A: O saatte çocuk yatmış oluyor, onu bırakıp seni götüremem. Yarın için alsaydın keşke.
L: Aklıma gelmedi.
A: O zaman kendin gidersin taksiyle.
L: Komşunuz Ç götürse beni.

***

A randevu saatini değiştirmek için uğraşır ama tüm operatörler uzamıştır.

A: Bak L bu sağlık işi karışmıyorum, karışamam ama bence acele ediyorsun. Sabah erkenden arıyalım, yarına ya da Ctesine randevu alalım.
L: Olmaz gitmem lazım.
A: O zaman kendin gideceksin. Taksiyle gönderirim.
L: Ben yabancı bir yerdeyim, korkuyorum.
A: Sen tanımadığın bir ülkede, tanımadığın bir evde kalıyorsun ve korkmuyorsun. Cumartesileri dolaşmaktan ya da Pazar akşamı akşamın köründe gelmekten de korkmuyorsun.
L: ???

***
L gider, gelir. Teşhis A’nın belirttiğinin aynıdır. Smear testi istedikleri için de paniktir.

A: Bak bunu zaten her sene yaptırman lazım. Tüm bayanlar için geçerli. Panik olunacak birşey yok. Rutin kontrol olarak düşün.
L: Yarın mı gitmem lazım?
A: 40 yıl kadar geciktirmişsin zaten. Acelesi yok ama bir ara mutlaka yaptır.
L: Ne zaman gidiyim yani? Yarın mı?

***

L: Bu ilacı nasıl yutacağım?
A: Ağzına koy, sonra su iç.
L: Ben bunu ikiye bölüp suya karıştırdım. Bu dışı var ya mideme yapışır.
A: Midende erisin diye öyle yapılıyor zaten. Yutman yeterli.
L: Buna da fitil dediler, bizim oradakilerin şekli böyle değil. Yutacak mıyım?
A: Bak majimal tablet diyor. Yutma.
L: Ama bizim oradakiler böyle değil.
A: Ya her ülkede aynı mı olmak durumuda. Adam isterse uçak şeklinde yapar. Üstüne binip uçacak mısın o zaman?
L: Ama?
A: Ben karışmam, istersen yut. Bir hafta sonra doktora da iyileşemedim, çünkü birini suya karıştırdım, diğerini de yuttum dersin. Hatta ağzımla g.tümü de karıştırıyorum de, tam olsun.
L: ???

Peki bu durumdan ne anladık. Valla ben bişi anlamadım, anlayan vara anlatsın. Tek bildiğim ben bir mıknatısım ve .... çekiyorum...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Alışmadık don, d..tte durmasss.


Oldum olası spor konusunda garip bir şekilde özürlü olduğumu düşünürüm. İlkokulda basketbol takımına almışlardı, foklor oynayacağım diye kaçmıştım. Tabi köylük yerde öyle yüzme neyin olmadığı amma velakin kafama kafama gelen toplardan hoşlanmadığım için yakan toptan öte gitmedi spor hayatım.

Nedense tipimden midir nedir, gerçek yüzüm ortaya çıkana dek beni gözüne kestiren çeşitli öğretmenler bir spora yönlendirmeye çalıştı ama keçi inadımla herkeşi püskürttüm.

Yüzmeyi Karadeniz dalgalarında büyüklerimizi taklit ederek öğrendim, neredeyse her arkadaşım gibi. Konu komşunun henüz yüzme bilmeyen bir çocuğu sapık bir şekilde sulara atıp “bövv” diye eğlenme çabalarına rağmen sudan hiç korkmadım. Hatta bu konuda o kadar cesaretliydim ki can simidi ile yüzdüğüm zamanlarda “devamına karışmayız, boğulabilirsin” dubalarını geçmiştim bir seferinde. Geriye baktığımda karınca gibi görünen sahilde bir toplanma, bir kalabalık. Yaklaştıkça annemin ufuk çizgisinde sarı mavi simidimle beni görüp fenalık geçirdiğini, çevredekilerin onu sakinleştirmeye çalıştığını ve beni almak için cankurtarandan yardım istediklerini ve akabinde nasıl bir ceza alacağımı tahmin etmem hiç zor olmamıştı.

Yılmadım. Hatta 30’lu yaşlarımda Enka’da yüzerken stil dersi aldığım hoca, “keşke küçükten başlasaydın bu işe, çok yazık olmuş” demişti. Kendisinin de kökeni Zonguldak’tı ve afedersiniz eşşek kibin biliyordu böyle birşey olmayacağını. Maytap geçti benle sanırım.

Arada kendimi salon sporlarına da vermiştim, sağlıklı olalım diye. Ama bu kadar sıkıldığım saatler olmamıştı. Kendime inat yaptığım için ciddi ciddi gidiyordum ama benim gibi yeteneksiz birinin kendini o aletlere kaptırması an meselesi. “Nani nani…(bu 112 acil servis sesi). -Baayana ne olmuş? -Kafası iki ağırlık arasında kalmış. – Ne yapıyormuş ya, nasıl olmuş? – Valla bilemiyoruz ama aynı anda hem bacak hem de kol kaslarını çalıştırırken oldu diyolla. Yeteneksizdi zaten bu, koşu bandındaki performansından belliydi. Hayır olan müessesimizin adına olacak.” Neyse ben de spor yapacağım diye neden terli bir sürü insanla aynı havayı solumak zorunda kaldığımı da hiç anlamadım. Ve bu devir de kapandı.

Ha bir de arada bir sürü tombalağın (yarebbi bana dava açacaklar) kendinden hareket eden aletlerle yaptığı pek pasif jimnastik serisine katılmıştım. İnsana ağır geliyor be yav. Hani o kadar mı acizim diyerek, ayaklarında hala işten geldikleri naylon çorapla dolaşan kadınlara bakarak, ağlayarak dışarı kaçmıştım. Paramı bile almadan.

Ama yaş kemale eriyor ya, metabolizma neyin yavaşladı. Yediklerim “ooh top top et oluyor” vallahi.

Haftalardır havaların ısınmasını, bu vesileyle kendimi sahillere vurup yürüyüş yapmayı hayal ediyordum. Bu zamana dek de, ay bulut geldi, ay rüzgar esti diye erteliyordum.

Bugün çok kararlı bir şekilde geldim eve. Hem kafamı da dağıtırım dedim. Tabi kendini benim “doğal koçum” ilan eden oğlum benden önce hazırlanmıştı. “Bittin sen” dedim içimden. Hem de ne bitme.

Bana göre sahildeki en iyi yerlerden biri olan Tarabya sahilinde, arabayı “Hayrola café”nin oraya park ettim. Sonra…

C: Hadi anniş başlayalım.
A: Peki, Yeniköye kadar hızlı tempo yürüyeceğiz.
C: Hayır koşalım. Ayrıca o kadar gitmeyelim kayboluruz.
A: Bugün ilk günüm koşmayalım. Hızlı yürüyelim. Sen de dakika tut. Ayrıca neden kaybolalım?
10 dk. sonra
C: Hadi geri dönelim.
A: Olur mu, daha yeni başladık.
C: Hadi koşu yarışı….
der ve aksi istikamete doğru kaba etlerine neft yağı sürülmüş gibi koşmaya başlar.

Geri döndüğümüzde arkasından bağırmaktan ve koşmaktan bitap düşmüştüm.

Tekrar yürümek istedim, “koçun olarak şurada jimnastik yapalım diyorum” dedi.

Belediyelerin çeşitli yerlere kurdukları jimnastik alanlarını faydalı bulmama rağmen nedense çok komiğime gitmiştir. Üzerinde genelde çarşaf ya da ekstra türbanlı kişileri görmemden midir nedir bilemiyorum. Hadi çekinmeyin, söyleyin. Onlar spor yapamaz mı deyin. Pek tabi yaparlar ama bileğe kadar etekle değil. Hatta etekle değil.

Neyse yapacak birşey olmadığına karar verip mekana çöktüm. Oğlan 2 tost, bir meyva suyu tüketti ve basbayağı uzun süre spor yaptı. Ben bir kahve içtim. O aletlerle spor yapan yukarıda bahsi geçen kişileri izledim. Basen bölgelerine bakınca o aletlerin bir işe yaramadığına karar verdim. Ben arabadan 3. Sınıf matematik kitabını alıp kesirlere çalıştım (küçük effendi iyi anlamamış da, anlatabileyim diye). Balıkçıları izledim. Orta 1’e giden kağıt helva satıcısı kızla sohbet ettim.

Sonra sosyetik hayrola café’ye 25 tl vermek suretiyle oğlan ve hayırlar olsun mekanı tarafından kandırıldığımı, bunun zaten zorla başladığım spor hayatımın bitirilmesi için bir komplo olduğunu düşünerek eve geldim.

Yarın evden gizlice mi çıksam? Yoksa bir dirhem et, bin ayıp örter demek suretiyle portakal kabıığı görüntülerimle yayılmaya devam mı etsem?

8 Mayıs 2009 Cuma

YALANDAN AĞLAMAYAN "SEVGİ PITIRCIKLARI": YANİ ANNİŞLER.



Allahtan özel günleri icat etmiş birileri. Gündem hoop, değişsin. “Sevgililer günü geliyor, geldi, geçti, kriz sevgilileri teğet geçti, mağazalar sevgililere şu kadar geçirdi” başlıklı bir sürü haber. Hem de günlerce. Oysa milli bayram haberleri iki tam sayfayı geçmiyor. O da sadece bir gün.

Mevsim; Anneler günü. Acıklı yazılar, gözyaşları. Bu kadın kısmısının %90’ı “hamilesiniz” haberini aldıktan sonra ota b.ka ağlamaya başlar. Kendimden biliyorum. İşin garibi o dönemde bunun sadece bir hormon förtlemesi olduğunu, birgün normale döneceğimi düşünüyordum. Ama durum öyle değilmiş. İçinde hafif duygusallık olan herşeye ağlıyorum. Haberleri izlemeye elimde mendille gidiyorum. Nasıl olsa bu ülkede hergün bir şehit, bir taciz, bir çocuk hakları ihlali, bir insanlık dramı var. Belediyeler birbirlerine köpek atıyorlar. Yani o mendilin hakkını vermemek imkansız. Haberlerdeki o çiğ arka seslerin ajitasyon dolu ifaderine rağmen isteyen sıkı ve tatlı bir ağlama seansı yaşayabilir. Bu sebeple “ajansları” pek sevmiyorum.

Ama iyi bir gazete okuyucusu olarak iki gündür sevgili köşe yazarlarımızın makalelerine ağlamaktan gözlerim şişti. Deniz Gezmiş anneleri, şehit anneleri, fakirlikten çocuğunu sokaklara bırakan annelerin dramı, annelerini, adı ne olursa olsun “kahpe” bir nedenle kaybetmiş 40’dan fazla küçük çıplak ayağın ama kocaman yüreklerin mezar taşlarını öpmeleri. Yüreğim acıyor, pek çoğunuz gibi, derinden...

Bir filaş bek yaparsak, çocukluğum anneler günü bir nevi törendi. Hediye vermeyi sevdiğimden ve bunu en çok sevdiğim kişiye verecek olmaktan mutluluk sarhoşu durumunda geçerdi "her mayıs ayının ikinci pazarı". Son derece “kitsch” iğrenç biblolar, tabak çanak aldığım günleri hatırlıyorum. Ama annemin onları merakla açıp, içinden çıkan iğrençliğe “ayy ne güzelmiş” demesini de beklediğimi anımsıyorum ve yüzlerce kez "anne beğendin mi?" diye sorduğumu da.

Annem aynı zamanda öğretmenim olduğu için ona hayranlıkla baktığım zamanları, benimle kızma birader oynasın diye attığım taklaları, sırtımı kaşısın, bana sarılarak uyusun diye “yollarına gül döktüğüm” zamanları hiç unutmuyorum.

Sonra malum hormonal dertlerle anneme gıcık olmaya başladım. Aslında ciddi bir travmadır bu. Yani herşeyi bildiğinden %100 emin olduğun annen ve baban aslında her insan kadar bilgilidir. Başka doğrular da vardır. Ve o saatten sonra seninkiler daha doğrudur. Bilge olan sen ve senin gibi zibidi olan cemaatindir. Bu kaosta babalar kızlarla daha iyi anlaştığından anneler en “düşmandır”.

“Neden bana bu kadar karışıyor, neden her istediğimi yapmama izin vermiyor, eşek kadar olduk ona ne?”. Sorular, sorular, akabinde öfkeler (öfkeden kudurduğum birgün annemin eteğini yırtmıştım ve olaya “bilmezlik” süsü verip dolabına asmıştım).

Bu sene dokuzuncu anneler günümü kutlayacağım. Allah 39’uncuları görmeyi nasip etsin. Henüz 10 yılı doldurmadan annemi ve onun sorularını ve bayıltan titizliğini o kadar iyi anlıyorum ki.

Mantıklı, mantıksız hep ve tek ve aynı şey aslında anne yüreğinin söylediği: “Çünkü sen benim çocuğumsun”. “Sen bir bakışınla içimi titreten, bir dokunuşunla dünyanın en mutlu insanı yapan, bir sorununla dünyayı başıma yıkan, uyurken nefesini dinlediğim, doğduğun günden beri kokusu hep aynı olan, bazen canımı yaksan da 5 dakika sonra affettiğim, merak ettiğim, sevdiğim, tutkun olduğum”.
“Ve beni anne yapan ve beni olgunlaştıran, dünya bir yana sen bir yana olan. En zayıf ve en güçlü yanımsın”.
“Yaşamsın. Hediyemsin”.

Sen baba olacaksın. Yazdıklarımın belki ancak yarısını algılayacaksın:-) Bunun yarısı doğandan kaynaklanacak, yani erkek olmadan, diğer yarısı da benim hatam olacak, seni nasıl yetiştirdiğimle ilgili...
Ama her kim ve her ne olursan ol, iyi ki annenim Can’ım, nefesim.

Annişin.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

KİMBİLİR KAÇ KEZ "DALYA" DEDİK BU HAYATA?


Demek rakamdaymış keramet. Son bir saattir kendimi daha büyümüş hissediyorum. Sanki 18 yaşına hazırlanır gibiydim kaç gündür. Ama bu sefer iple çekmedim. Hatta dedim ki “bir aksilik var bunda, benim yaşımı büyütmüş olmasınlar bilmeden, tahminen 5 sene kadar”.

Üçle başlayan hanelere geçmek hoşuma gitmemiş, 29 yaşında kalmayı çok istemiştim. Ama bu da bir nevi 9.99 olayı. Hani indirimlerde yemez ya 10 ya da 100 TL yazmak etikete, o misal.

Son yıllarda internet vs. işlemlerimde doğum yılımı bulmak için sayfanın altına ya da üstüne gitmekle başladı herşey. Oysa ne güzel “görüküyordu" ilk başta. Ve aynalar son bir iki yıldır ciddi bir SOS durumundaydı.

Önce güneşten dediğim çizgiler derinleşmeye başladı. Sonra bir beyaz tel gördüm, hemen aksi istikamette ikinciyi. Geçtiğimiz gün ise, ofiste makyaj yaparken tam 7 tel, dile kolay. Makyajı bırakıp elime geçirdiğim kağıt makasıyla hepsini dibinden kesmeye çalıştım. Odanın önünden geçenler gördü mü, gördülerse ne düşündüler? Umrumda mı? O an değildi.

Kuaförde bu kez daha dikkatli sordum; Ay: Arkalarda beyaz var mı? The kuaför: Yok ama genelde yanlardan başlar. Ay: Peki. Tahminen ne kadar zamanda avucunuza iyice düşerim? Hani zaman ve kazandığım paranın 3’te birini ne zaman size hibe ederim? (kuaförde harcanan zamandan feci sıkılırım ama makus talih). The kuaför: Yok sizin daha boyaya var. Kaç yaşındasınız? Ay: 35. The kuaför: Aaa? (harbi uzun). Valla hiç göstermiyorsunuz.

“Bu valla göstermiyorsunuz” cümlesi gurur okşamakla beraber tehlikelidir aynı zamanda. Annemin anneanne olduğu yıllarda herkes ona,”aman da aman ne kadar genç anneanne”, “hiç göstermiyor yaşını” falan derdi. Oysa kaba bir hesapla erken çocuk doğurmuş annem, erken çocuk doğuran ilk kızı sayesinde tahminen kırklara gelmeden nine olmuştu. Evet gençti ama benim için kocamandı. Şimdi kimse kendisine “ana 5 torun mu var, kimbilir ne kadar genç bir anneanneydiniz zamanında?” demiyor.

Neyse konuya geri dönersek, yazıya başladığım an itibariyle kendimi 1.5 saattir pek olgun ve de ağırbaşlı hissediyorum. Hep bu 35 yüzünden. Belki alıp da veremediğim kiloların sebebi de 35’tir.

Haah haaaa. Evet bundan sonra suçlanacak bir 35’im var...

Ve bir sürü şeyim:

Sağlığım. Bazen beni “toybox” olarak gördüğünü düşünsem de, beni seven bir miniğim. Bir sürü arkadaşım. Biraz has dostum. Belki düşmanlarım. Beni sevenler. Bana gıcık olanlar. 35’le kavga eden 15’lik kalbim. Elim. Ayağım. Gözüm. Yeni yaşımı en çok sevdiğim şeylerden biriyle, yani yazmakla başlayacak vaktim ve enerjim. Yarının daha güzel olacağına umudum...

Daha ne olsun?

1 Mayıs 2009 Cuma

TOPRAK ÇOCUĞU ÇİÇEKLER ALEMİNDE


Toprak çocuğuyum ben. Kendim de, burcum da toprak. Ondan yetişen her şey nimet, benim sadık yarim misali ama özellikle çiçekler...

Geçen gün arabada giderken yolun kenarındaki mor laleleri gördüm. Her nekadar bu şehrin yöneticilerinin alt yapı sorunlarını çözerken cimri, üst yapıya cömert olmalarını yadırgasam da içim sevinçle doldu.

Büyük bir heyecanla arka koltukta outran oğluma seslendim: “Lalelere bak, ne kadar güzeller!”
O ise tüm sevincime rağmen 8 sn sonra algılayan bir camış edasıyla şunu söyledi: “Eee ne olmuş? Sen zaten bütün çiçekleri seversin”.

Evet, ben bütün çiçekleri severim, bütün ağaçları, tüm yeşili, kırmızıyı, moru, sarıyı. Ama bazı çiçekler vardır ki, “mazi kalbimde bir yaradır”.

Leylak
Tam iki yıl olmuştu, iki yıl önce Bağdat Caddesinde kucaklamıştım bir demet leylağı. Leylak önemlidir benim için, hem de çok. Bahçemizde açan o kocaman leylak ağacı, annemin öğrencilerinin tam bu vakitler ona getirdiği leylak demetleri. Leylak annem demek, bazen annemin minik bir parçasını döpiyesinin soluna iliştirmesi demek, bahar demek, yaz geliyor demek, güzel koku demek, çok şey demek.

5-6 yıl olmuştur. Bir leylak fidanı almıştım aşağıdaki çiçekçiden. Balkonda bakıyordum ona. İki yıl mutlu etti beni, üçüncü yıl o zayıf filizden bir tane bile çiçek çıkmadı. Yılmadım derken altına diktiğim çiğdemler filizlendi, bir baktım kış gelmiş. Ve birgün eve geldiğimde bahçede daha iyi durur diye bahçeye indirilmiş. Bir daha hiç açmadı ben her bahar ona koşarken...

Geçtiğimiz haftasonu Taksim’de gördüm leylak satan bir kadın. Demetleri aldım, kokladım, kokladım, içime çektim. O an dünya benim oldu, çocuk oldum. Yanımda oğlum, öbür yanımda elinde plan defteriyle okuldan dönen annem, biz yürürken AKM’ye doğru, o leylak fidanını çocukluğuma diken dedem, canım dedem yattığı yerden bize el salladı. Şimdi narin dallarına bakıyorum, biraz daha geç solsunlar diye devamlı su veriyorum.

Lale
Bizim bahçede en çok kırmızısı olurdu. Kırmızı ve kocaman, ayrı bir özenle onlar için ayrılmış yerde bakılırdı. Aceleleri olurdu hep bir an önce solmak için ve tam olarak açtıklarında gelinciğe benzerlerdi, onun kadar kırılgan ve sessiz.
Soğanlar aldım bir sene. Üç tanesi siyaha yakın bir renk çıktı. Tam bir sonraki seneye onları nasıl saklayacağımı düşünürken bir gün komşum aradı: “Ya kapıcının bahçeye boca ettiği senin saksılar mı?” Evdeki kadını mı, kapıcıyı mı (normalde apartman görevlisi derim ama aklıma geldikçe sinirleniyorum) öldüreyim derken vazgeçtim. Şimdi ancak vazoda görüyorum, balkonuma lale dikmiyorum.

Hercai
Hercai menekşe denirmiş sonradan öğrendim. Bizim oradakiler daha ufak olurdu, İstanbuldakiler hormonlu. Ama hepsinin ortak bir özelliği var. Küçük ablamın ifadesiyle “ bize bakıyorlar”.

Kasımpatı
Hüzün. Bizim zamanın okullarında Atatürk’ün ölüm yıldönümlerinde okuldaki büstü süslemek için götürdüğümüz tek çiçek. Kışın habercisi cılız bahçelere en çok o hayat verir. Kasımpatı 10 Kasım demek, saygı duruşu demek, üşümek demek, hüzünden mi soğuktan mı bilmemek.

Bir mahsun mor menekşe ağlıyor mu ne?
bahçemizde yabani ve evcil her türlü menekşe evin en dip duvarlarına dikilirdi. Yabaniler daha kırılgan ama daha ilginç gelirdi bana. Memleketimin ormanında baharla beraber gelirler yaşama. Kaç kez denedim biliyorum, sanırım sadece orada yaşıyorlar.

Bahar dalı
Yapma çiçekleri sevmem. Ama o mağazanın süslemesinde kullanılan ve bana satılmayan bahar dalı çok canımı yakmıştı. Adı gibi bahar. Nazik. Yaşam dallarında mı, gül gibi açılan narin çiçeklerinde mi bilinmez.

Ve saksıda son sardunyalar Ilıca akşamları, ve mimozalar Çeşme rüzgarı ve yasemenler çocukluğumun misafir ziyaretleri ve filbahriler doğduğum evin kokusu.

Farkında olmadan çiçeklere kodlanan bir yaşam.

Ve yaş 35, yolun başı...

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...