30 Temmuz 2009 Perşembe

Sherwood Ormanı'nda Bir Robinye Kut'um.

Benden Robin Hood olmaz. 1. Çalamıyorum. Allah da nasip etmesin zaten. 2. Olsa tükkan sizin ama o kadar param da yok dağıtacak. 3. Malum cinsiyet, Robin de olamadık. O nedenle ben Antalya’nın Sherwood ormanında oldum oldum, Robinye Kut oldum.

Bizim meslekte birilerini “elçi” yapabilmek, yani o hizmet, ürün ya da şirketle ilgili insanların sormadan konuşmasını sağlamak bir anlamda nirvanaya ermektir. Biz genelde olumsuzlukları yazar, yedi sülaleye felaketleri anlatırız. En beğendiği restaurantla ilgili yazı yazan gurme bile yazının sonunda “bilmem nerede 2 kişilik yemeğe 450 lira verdik” diyerek “gidin de geçiriyorlar” mesajı verir. Ben bu sefer hizmet verenlerin ermesini istiyorum.

Uzun zamandır görmediğim bir arkadaş sayesinde tanıştım Sherwood ile. Dört beş yıldır tatil köyü ya da otel temasından uzak tatil yapmayı tercih ediyordum. Beni memleketimde 2. Sınıf vatandaş olarak muammele görmek, yemek kuyruğunda üzerimden gözü aç bir sürünün geçmesi ve neredeyse sabah 7’de kalkıp havuz başında yer tutma derdi bayıyordu. Çocukla gidince de aynı dert aynı tasa. Hatta 2 kat. Yan şezlongta yatan Rus vatandaşı 50 liraya kalırken senin tek kişi için en az 200 lira veriyor olman da cabası. Kendi vatandaşını bu kadar kazıklayan bir sektör olmadığını düşünerek küsmüştüm beş yıldızlara. Ama bu sene oğlan kaydıraklı havuz diye ısrar edince ve uzun zamandır birebir vakit geçiremediğimizi hatırlayınca Mustafa Kemal ya da namı diğer Mıstık yetişti imdada.

Mıstık’ın güler yüzünü ve misafirperverliği TED kardeşliğinde, o nedenle yazmıyorum bile.

Bir otele girince ilk puanı resepsiyona veririz aslında. İlk defa turistik bir otelde zorla gülmesi tembih edilmiş yabancı resepsiyonistlerle karşılaşmadım. Halis mulis kibar Türk bayanları tarafından karşılandık. “Odanız henüz hazır değil” ifadesi bile o güleryüz sayesinde dünyanın en güzel sözü haline geliyor. Çıkarken de aynı şekilde tüm işlemin 2 dk içinde bitmesi, başka bir ihtiyacımız olup olmadığının sorulması da ayrı bir hoşluk.

All inclusive tatil konsepti hep sorundur gözümde. Şu ana dek bir tatil köyü dışında her yerde kuyruklar, bitmek bilmeyen eziyetler yaşadım. Saat 18.00 itibariyle restaurantta yer tutanlar olurdu. Çok şükür bu sefer ezilmedik restaurantlarda. Yeteri kadar mekan, yeteri kadar yemek, yeteri kadar masa. Ve de tahminen konaklayan kitlenin de seviyesinden kimse kimsenin üzerine çıkmadan, hatta sıra vererek geçti yemek fasılları.

Ahçılar masalar arasında dolaşıp çocuklara laf atıyor. Ne kadar yedi, yemedi, bazen hafif bir azar, bazen “biz bu yemekleri siz beğenin diye yapıyoruz” şevkatleri. Daha önce görmediğimiz bir muammele.

Kat görevlileri bile tatilin nasıl geçtiğini soruyorlar. Hatta biri “sizi memnun ettiğimizi dilerim” dedi. Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Yok bir yanlışınız var o ben değilim dedim.

Otelin içinde bulunan markette de Türk dergileri yoktu ama kendi gazetemizi okuyamadığım tatiller de gözümün önünde. ’97 yılında bir otelde bize en yakın gazete adını da bildiğimiz için “Bild” olmuştu. Ve ne tesadüf aynı günlerde Aktüel dergisinde Can Dündar yazmıştı bu durumu. Ağlayarak kendisine mektup yazmak istemiştim. Ha, ayrıca markette Türklere özel önem var.

Ve tabi Mıstık ve ekibinin güzel gösterileri de gecelerimizi renklendirdi. Bundan sonra bu Robin Kut’un okları ancak Sherwood ormanını gösterir.



Önemli not: Sherwood havaalanına o kadar yakın ki, hiçbir taksici ile “kaça gidersin” diye pazarlık bile yapmıyorsun. Bir durizm patlamasında 100 euro verdip dur-ist olmuştuk. Duyrulur.

Tatiller kısadır, önemli olan "kaliteli zaman geçirmek". Ben de inandım!

Nedense hayatımda birileri önemli değişiklikleri yaz aylarına denk getirirler. Oysa ben önce bahar sonra da yaz çocuğuyum. Hepi topu 3 ay olan yazı pas geçince o sene hiç bitmemiş gibi geliyor. Anlamıyorum yaşadığımı. Bu sene de güzel bir iş okazyonuna denk geldi tatilim. Ve de dendi ki “al sana 4 gün tepe tepe kullan”. Ancak kum tepesi olur bundan dedik içimizden ama fazla da mıklamadan bir arkadaşımın çalıştığı otele yine onun sayesinde son dakika rezervasyonu yaptırdık.

Bizim yolculuk, “bu uçak düşer” yorumları yapan oğlumun çevre koltukları tedirgin etmesiyle başladı. Bu oğlan küçükken de böyledi, korkusu hep diline vurur, uçaktakiler de “amanın sabi dile geldi, başımıza bir iş mi gelecek” diye tedirgin olurlardı. Bu sefer de benden fırça yiyene dek konuştu. Yanımızda oturan çocukcağız 55 dk’nın sonunda herşeye güler hale gelmişti sinir bozukluğundan. Sonraki dakilarda ise uçaktan indiğimizde yani yüzüme çarpan korkunç sıcaktan ben herşeye güler hale gelmiştim. Kendime küfür etmeye başladım birden içimden. Kim temmuzda Antalyaya gider ki. Gitme İstanbulda intihar et, en azından daha ucuz.
Klasik olarak bir Antalya tatil köyünde binbir millet insan var. Bu senenin yeni trendi Polonyalı turistler(miş). Bu kitlenin yanı sıra Rus, İngiliz, Alman, Fransa ve Hollanda vatandaşları ağırlıktaydı. İlginç bir şekilde Türk aileler de vardı ancak pek çoğu yurt dışında yaşayan Türkler olarak Türkçe konuşabilen son nesil temsilcileri gibiydiler. Çocuklarına Aylin, Serhat, Edanur, Şahin gibi isimler koymuş olmalarına rağmen çocukların Türkçe ile kendi isimleri dışında bir alakları yoktu. Esmer tenli Almanca konuşan bu miniklerin en Türkçe bilenleri Âlmânyâdan geldiklerini söyleyebiliyorlardı sadece.


Allah bu Rus milletini özene bezene yaratmış. Ve sanki demiş ki “sizin erkeklerinizi huy ve tip olarak feci yaratabilirim ama ey kadınlar, hem siz hem de sizden doğacak kız çocukları çok güzel olacak”. Bir tane çirkini olmaz mı bunların diye düşünürken bu ablaların biraz para görmüşleri, daha doğrusu paralı eşe sahip olanları boy boy dizmeye başlamış çocukları genç yaşta. Bilmem Putin de en az 3 adet doğurun dedi mi?

Avrupalı annelerin çocuk sahibi olma yaşı ise giderek ilerlemiş. Anneanne torun ilişkisi olarak görülebilecek kombinasyonlar aslında anne ve oğul ya da anne ve kız. Ama klasik olarak bu binbir çeşit millettin babaları –Türkler hariç- annelerinden daha fazla ilgileniyorlar çocuklarıyla. Anneler kitap okudu. Babalar çocuk yüzdürdü, bebek altı değiştirdi, arada kitap okudu, çocuklarıyla eğlendi. Zaten bu yabancı veletleri eğlendirmek için fazla da birşey yapmaya gerek yok. 35 cm veletler yemeklerini kendileri alıyor, bir sürü işlerini kendileri görüyorlar. Ağlayan tek çocuk milleti yine Türk çocukları. Bağırış çağırış yine bizde. Kendi bilmezlik, şuursuzluk ve mızırtı hali bir tek bizimkilerde.

Bu velet mızırtısı ailelere de yansıyor korkarım. Ne zaman bir Türk ailenin yanından geçsem ya annesi tarafından tehdit edilen, babasından fırça yiyen ya da anne ve babası ayak üstü tartışan çocuklar gördüm. Bunları aynen birebir ben de yaşadım zamanında. Bu sene de başımda bir mızırtı bulutu dolaştı durdu. İşin ilginci yanlarında çocuğu olmayan insanlar da pek mutsuzdu. Ve dedim ki; Biz Türklerin iç huzuru yok. Herşeyi, tüm sıkıntıları da yanımızda taşıyoruz.

Yine bu elalemin adamları gözlerini kitaplarından ya da çocuklarında ayırmazken memleketim bayları eşleri yanından ayrılır ayrılmaz hemen bir sondaj yapıp civardaki en bakılası bayanı buluyorlar Eşi haşemalı olan bir bay, eşi bikiniyle takılan erkek kardeşiyle bir turist bayan yanlarından geçerken “vay anam vaay” dedi gözümün önünde. Bariz laf atma. Hem de hatun o kadar da vay değildi. Yani ondan daha vaylar vardı ama o vaylar geçerken yanlarında eşleri vardı. Tahminen o sırada çaktırmadan yutkunuyorlardı. Bir ara bikinili olan görümce (haah haa çok baba laftır bu “görümce”-“bahçelerde börülce, oynar gelin görümce) bir ajan edasıyla çalılıkların arasından eşini gözetledi. Bu nedenle Türk bayanların %85’i yanlarından geçen tüm dişilere potansiyel tehlike olarak bakıyorlar. Bir de çocuklar genelde annede patladığı için baba o sırada nerede ne yapıyor ciddi bir muamma. Ama bir anda o koca göbekli, kaşlı bıyıklı adamlar değere biniyor ya, konu budur.

Arkadaşıma dedim ki; sen artık bizim milletin insanlarını 3-4 kilometre öteden tanırsın. “Tanımak ne kelime” dedi “şehirlerini bile söyleyebiliyorum”.

Ya işte bir tatil de böylece geldi geçti...

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...