23 Nisan 2010 Cuma

Yine 23 Nisan Neşe Doluyor İnsan. Hey!


Önemli günler ve haftalar etkinliklerinde yine bir bayram geldi çattı…

Bayramları, sevelim, koruyalım derken, yarının büyüğü oğlumun da bir şekilde onuncu 23 Nisan’ı olduğunu fark ettim. Sırf o eğlensin diye daha çok küçükken götürdüğüm salak sulak 23 Nisan etkinlikleri geçti gözümün önünden. Ve hemen akabinde anaokulu 23 Nisan’ları;
- Sizin oğlan hangisi?
- Şu kenardaki aslan.
- Ya sizinki?
- Benimki de Orta sıranın önünde duruyor, Örümcek adam kendisi. Bakın şurada.
- Göbekli olan mı, yan tarafta ağlayan mı?
- Hayır, başını kaşıyan.
- Ayşe Hanım sizinki ne oldu?
- Prenses.
- Hım… Hani şurada kümelenmiş prenseslerden mi?
- Evet, sağdan 49’uncu.

Bu nesil biraz sosyete. Mesela bizimkiler kabul edilmiyorlar mı bilemiyorum ama hiç sahalarda, stadlarda 23 Nisan yaşamadık biz. Bizimkiler hiç yağmurda ıslanmadı ya da üşümedi. Biz hiç valilere ya da devlet erkânına söylenmedik.
Her Nisan cümbür cemaat kampüsün içindeki güzel salona kuruluyoruz, çocuklar az çalışılmış bir gösteriyle karşımıza çıkıyorlar, biz de “aman çocuklarımız büyüdü” diye buğulu gözlerle alkışlıyoruz. Ancak ben genelde gülüyorum. Hatta video çekimlerinde fon olarak kullanılan gülme-anırma arasında bir sesim var ki, duyunca bile gözlerimden (gülmekten) akan yaşları hatırlıyorum. Dediğim gibi az çalışmaktan mı, yoksa sahne heyecanından mı bilemiyorum ama minikler sahnede daha bir komik geliyorlar gözüme. Nedense hepsini kucaklamak istiyorum.

Misal, çakma bir vals gösterisinde elindeki sepetle etrafa çiçek atan bir kız çocuğu bir anda etrafı kirlettiğini düşünerek attığı çiçekleri geri toplamaya başlamıştı, dans eden çocuklardan biri de dansı kesip ona yardım etmişti. Çocuğun dans eşi olan kız da dımdızlak ortada kalmıştı. Bense hangisine güleceğime karar veremeyip olayı toplu olarak değerlendirerek yaklaşık 1 saat gülmüştüm.

Bir sene de okulun yarısı süslü göz alıcı bale kıyafetleriyle çıkmıştı karşımıza. Allah’ım bir çocuğun yeteneği var mı yok mu diye bakılmaz mı? Hayır. Sahne dolusu bir grup çocuk kendi başlarına takılmışlardı. Bu kadar yeteneksiz balerini aynı anda gören ben yine gülme krizine girmiştim.

Hiç mi güzel şeyler olmadı. Pek tabi oldu. Örnek bu sene…

Okulumuz bu sene bir hikaye çevresinde kurgulanmış, dansıyla, skeçleriyle, korosuyla harika bir gösteri sundu.

Bu sene biraz daha anladım ki oğlum büyüyor.
Bu sene onun sabah heyecanına çok şaşırdım.
Bu sene Can’ınım Cumhuriyet çocuğu olduğuna daha fazla inandım.
Bu sene sahnede zeybek oynayan küçük Ömer’i görünce gözlerim doldu.
Bu sene o salonda oturacak yer yoktu.
Bir avuç muyuz? Yoksa sadece salonları dolduracak kadar mıyız?
Bu sene inandım ki dünya kadarız.

Ne demiş Sabahattin Âli Yücel:
23 Nisan... , Yurdu koruyan, Yarını kuran, Sen çocuğum.
Eskiyi unut, Yeni yolu tut, Türklüğe umut, Sen ol çocuğum.
Bizi kurtaran, Öndere inan, Sözünü tutan, Sen ol çocuğum.
Küçüksün bugün, Yarın büyürsün, Her işte üstün, Sen ol çocuğum,
Çalışıp öğren, Her şeyi bilen, Yurduna güven, Sen ol çocuğum

Dünyanın sonuna dek bu bayramı kutlama dileğimle…

12 Nisan 2010 Pazartesi

ESİRGEME



Burası Çocuk Esirgeme Kurumu… Türkiye’nin geri kalanındakiler ne durumda bilmiyorum ama bu mekân içimi rahatlattı.

Özel izinle bebeklerin olduğu alana giderken yanımızdaki görevliler çocuklara dokunamayacağımızı söylüyor. Anlamadan “peki” diyoruz. Tam yolda bir sürprizle karşılaşıyoruz; bir grup minik “markete” gidiyor.

En büyüğü 3 yaşında. Öğretmenlerinin ellerini tutmuşlar. Ağır bir ordu gibi yürümeye çalışıyorlar. Arabayı durduruyoruz. Biraz ürkek, biraz şaşkın yanlarına gidiyoruz. O kadar güzeller ki.

Rabia’nın elini tutuyorum. Çünkü Rabia öğretmenlerin elini bırakıp gitmeye çok meyilli. Sarı kıvırcık kafa Rabia, oradan ayrılmak zorunda olduğumuz söylenene dek elimi bırakmıyor. Sonrasında da güçlükle ayırıyorum bu minik eli kendimden. Onu kucağıma almak ve hiç bırakmamak istiyorum.

Bu kuzular her gün “market”e gidiyorlarmış. Kurum içindeki bir binada kendileri için hazırlanan küçük sürprizlerden her gün alabiliyorlarmış.
Üstleri başları çok temiz, hepsi güzel giyimli. İyi bakıldıkları çok belli.
Arabaya binerken bu sevimli “kağnılara” tekrar bakıyorum.

Derken bebeklerin olduğu bölüme geliyoruz. Yepyeni çok güzel bir bina. Hemen maske ve galoşlarımızı veriyorlar. Bebekleri ancak camların ardından görüyoruz. Bir hastanedeyim hissine kapılıyorum. Orada çalışan herkes çok özenli. Giysileri bile o kadar özenle hazırlanmış ki. Çamaşırhane bölümünden temizlik kokusu yayılıyor.

Uzaktan, camın ardından, emekleyenleri sevdikten sonra, yeni doğan bölümüne geliyoruz. İçimden isyan ediyorum; devlete çocuk doğurmuşlar ve doğurdukları gibi yok olmuşlar.

Yaşamın insanlara ne getireceğini tahmin ediyorum. Onları oraya bırakmak zorunda kalan anneleri de düşünüyorum ama elimde değil isyan ediyorum. Yanımızdaki görevlilerden biri “üzülmeyin” diyor. “Üzülmeyin, çoğunun annesi karşıdaki binada, çoğu çok küçük ama emzirmeye geliyorlar. Burada çok iyi bakılıyor bu bebekler”. Haklı. O miniklerin anneleri ancak ablaları olacak yaşta ve yakın bir binada ikamet ediyorlarmış.

Binadan kafam karmakarışık çıkıyorum. Evet, bebeklere de, “market kafilesi”ne de çok iyi bakılıyor, artık biliyorum, ama onlar da büyüdüklerinde kaderleri ya anneleri gibi olursa…

Yaşama yenik başlamak böyle bir şey mi? Rabia’nın küçük elleri, annesinin elini mi tutsa, öğretmenin mi bilmeden Plaza yaşamına geri dönüyorum…

MÜDİRE

Karşımızda oturan bir müdire; anlı şanlı bir devlet kurumunun, hatırı sayılır bir yöneticisi.

Suni deri, kocaman bir koltuğu var, kahverengi kırçıllı. Hemen karşısında ende eşit, ama boyda üçte birine denk gelen koltuk takımı kurulmuş. Hani kendini odanın sahibi karşısında böcek gibi hissettiğin. Hani otoritenin tüm haşmetiyle karşında durduğu, hani iletişim derslerinde “özellikle yapıyorlar” dedikleri.

Ofis mi, evin salonu mu anlayamadığım bir cümbüş hakim odaya. Köşede toplantı masası olsun diye getirilmiş, aslında salon takımının nadide parçası olarak duran bir yemek/toplantı masası var. Gözlerime inanamıyorum. Sandalyelerde kahverengi kırçıllı ve masanın üzerinde ışıltılı bir örtü ve son derece çirkin çiçekler. Bir diğer köşede ise vitrin bozuntusu bir mobilya var. Üzerinde örtüler ve Müdire hanımın bazı fotoğrafları. Nereye oturacağımı kestiremiyorum. Normalde toplantı için gittik ya, toplantı masasına yöneliyorum. Birden fark ediyorum ki, masa bir yanından duvara yapıştırılmış. Yani karşındakini görmene imkân yok. Öylesine konmuş. Hemen müdahale ediyor Müdire Hanım, “buyurun buraya oturun” diyor, yani otoritenin tam karşısına.

Gri bir ceket var üzerinde Müdirenin, ceketin yakasında mavi kötü bir broş, eski ve değerli hissi vermesi hedeflenen ama ucuzdan öteye gidemeyen. Suratında inanılmaz bir makyaj. Her zaman mı böyle, yoksa bizim gelmemizi mi kutluyor anlamıyorum. Ve gözlerindeki o korkunç “ben buranın patronuyum” bakışı. Hoş oturduğumuz yerden ancak göğüs seviyesindeyiz ama olsun…

Müdirenin karşısında iki bayan oturuyor, biri doktor imiş. Diğeri, daha güzelce ve şık olanı “börbiri”lerden söz ediyor, eşi ona “börbır” almış. Diğerinin tek derdi konularla ilgili en beylik sözleri edebilmek. O üç kadın neden orada, bir arada anlayamadım; Bir toplantı hali mi? Yoksa sabah kahvesi mi?

Müdire’nin yönlendirmesiyle biz de kendimizi o üçlünün derin sohbeti arasında buluyoruz. Önce kimiz, neyiz, ne iş yapar, neye yararız, tek tek anlatıyoruz. Maaşallah’larla bezeli takdir cümleleri arasında konuşmamız bitince kahvelerimizi içiyoruz. Sonra, Müdire Hanım’ın kürklerinden, vestiyerlerde kürkler değiştiriliyor diye gece kürk yerine pembe mantosuyla sokağa çıkışından, kızının “zengin bir koca bulmaya çalışmasından, nasıl işini bilen bir genç bayan olduğundan konuşuyoruz. Doktor olan o kadar övgüyle söz ediyor ki Müdirenin kızından, şaşırıyoruz.
Kahvelerini içen iki bayan kıpırdamaya başlanıyorlar ve gidiyorlar.

Ne için orada olduğumuzu unutan biz de, gitmek için bir hamle yapıyoruz. Ama yo hayır, henüz bize sıra gelmedi. Daha söz edecek çok ama çok konu var… Aklımız ofiste bizi bekleyen acil işlerde, sevgili Müdiremizi mutlu etmek için “durmadan yola devam” ediyoruz.

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...