22 Mayıs 2009 Cuma

MAYNAK MIKNATISI

Değerli izleyenlerim yeni bir bakkıcı hikayesine hoşgeldiniz.

Çoocuğun eşek kadar oldu ne bakıcısı denebilir. Zaten son dönemde gördüğüm arkadaşlar, bakma değil, bakılmakla ilgililer. Bu nedenle sorun olmuyor. Biz voltran oluşturup kendilerine bakıyoruz.

Yaklaşık 8 aydır bizde çalışan (memleketini söylemeyeceğim) L’nin geniş dimağı ve yüksek IQ’su konusunda dost sohbetlerinde görüşümü paylaşmıştım. O dönemde mecburen başlayan bu işçi- işveren durumları bir takım sebeplerden dolayı devam etmişti. Yukarda Allah var, temizliği, iyi niyeti, saygısı ve çalıp çırpmaması konusunda hiçbirşey söyleyemeyeceğim. Zaten biraz da gider eteri gelir beteri korkumun ve “ya iyi kadın ya” acımalarımın da bu seviyeli ilişkinin bu güne dek gelmesinin sebeplerinden biri.

Benimki zor bir çocuk, soran, sorgulayan, anında yanıt isteyen. Pek tabi soruların çoğu bana. Evde çalışanlara “payroz” fırtınasını anlatmalarını istemiyor. Ama eve geldiğinde onu yönlendirebilecek, gerektiğinde onunla sohbet edebilecek birini istiyor biliyorum. Aslında bu kişi benim ama kendi kendime maaş veremiyorum.

Bu geçen sürede “dil”in ne denli önemli olduğunu gördüm. Sadece konuşulan değil, aynı zamanda paylaşılan dil. Ama zeka da önemli. Yani diyalog kurmak için gerekli iki şey.

Alın size bizden diyaloglar (tanışlara –ha ha, annemim böyle bir ifadesi var-talep halinde seslendirilir). Aşağıda yer alan cümlelerde bir gıddım abartma yoktur.


A: Akşama patates köfte yapar mısın ?
L: Peki A Hanım. Papatesleri nasıl yapıyım?
A: Bak şu şekilde doğra, hani yağda kızartıyoruz ya. Tavayı al, yağ dök, kızart.
L: Peki A Hanım.

Akşam A işten gelince kızarmış köfte ve fırında papates bulur.

****

L: Kalorifer çalışmıyor.
A: Nasıl yani?
L: Bilmem, ben birşey yapmadım.
A: Yapmamışsındır pek tabi. Ne zamandan beri çalışmıyor?
L: Saat 11.00’dan beri.
A: Peki saat kaç?
L: 19.00
A: Aferin. Neden aramadın? (ki kendisi uzun süredir uyarılmaktadır)
L: ???
A birkaç panik girişimle sigortanın attığını anlar.

***

A: Sabaha kadar hapşırdın, sabaha da doğru da öksürdün. Hasta mısın?
L: Evet A Hanım.
A: O zaman şu vitaminleri al, bir de şu ilacı. Bir de lütfen kağıt havlu kullan. Çocuğa da geçmesin.
L: Nasıl havlu?
A: Hani kağıt havlu var ya banyoda, sen onları kullan ellerini yıkadıktan sonra.
L: Ben anlamadım, şimdi ne yapicim?
A: Çocuğum gel buraya.
C: Efendim.
A: L’nin kullandığı tuvaleti kullanmayaya çalış ve lütfen kullanırsan da ellerini kağıt havluya sil. Biraz grip ya.
C: Peki anne.
A: L, birşey yapmana gerek kalmadı.

***
Bir sabah içilen çay boğaza dizilir...

L: A. Hanım çok hastayım.
A: Panikle-Ne oldu?
L: Buralarım kaşınıyor ayrıca akıyor.
A: Regl mi oldun?
L: Evet.
A: Emin misin?
L: Hayır değilim A. Hanım. Beni doktora götürünüz.
A: İşe geç kaldım ve seni doktora götürmek için izin alamayabilirim. Ama bizim orada doktorlar var, onlara danışırım.

İşe gidilir ve bir hekim arkadaşımıza danışılır. Tanı nettir, bayanların sıkca karşılaştığı bir enfeksiyon.
İlaç adı alınır, eczane aranır, sipariş verilir, ev aranır.

A: Şimdi sana ilaç gelecek, orada para var öde, doktor böyle bir teşhiste bulundu.
L: Ben o ilacı almam, doktora götürün beni.
A: Aşağıda hastane var, kendin gidebilirsin.

Akşam
L: Ben randevu aldım.
A: Ne zamana?
L: Saat 22.10.
A: O saatte çocuk yatmış oluyor, onu bırakıp seni götüremem. Yarın için alsaydın keşke.
L: Aklıma gelmedi.
A: O zaman kendin gidersin taksiyle.
L: Komşunuz Ç götürse beni.

***

A randevu saatini değiştirmek için uğraşır ama tüm operatörler uzamıştır.

A: Bak L bu sağlık işi karışmıyorum, karışamam ama bence acele ediyorsun. Sabah erkenden arıyalım, yarına ya da Ctesine randevu alalım.
L: Olmaz gitmem lazım.
A: O zaman kendin gideceksin. Taksiyle gönderirim.
L: Ben yabancı bir yerdeyim, korkuyorum.
A: Sen tanımadığın bir ülkede, tanımadığın bir evde kalıyorsun ve korkmuyorsun. Cumartesileri dolaşmaktan ya da Pazar akşamı akşamın köründe gelmekten de korkmuyorsun.
L: ???

***
L gider, gelir. Teşhis A’nın belirttiğinin aynıdır. Smear testi istedikleri için de paniktir.

A: Bak bunu zaten her sene yaptırman lazım. Tüm bayanlar için geçerli. Panik olunacak birşey yok. Rutin kontrol olarak düşün.
L: Yarın mı gitmem lazım?
A: 40 yıl kadar geciktirmişsin zaten. Acelesi yok ama bir ara mutlaka yaptır.
L: Ne zaman gidiyim yani? Yarın mı?

***

L: Bu ilacı nasıl yutacağım?
A: Ağzına koy, sonra su iç.
L: Ben bunu ikiye bölüp suya karıştırdım. Bu dışı var ya mideme yapışır.
A: Midende erisin diye öyle yapılıyor zaten. Yutman yeterli.
L: Buna da fitil dediler, bizim oradakilerin şekli böyle değil. Yutacak mıyım?
A: Bak majimal tablet diyor. Yutma.
L: Ama bizim oradakiler böyle değil.
A: Ya her ülkede aynı mı olmak durumuda. Adam isterse uçak şeklinde yapar. Üstüne binip uçacak mısın o zaman?
L: Ama?
A: Ben karışmam, istersen yut. Bir hafta sonra doktora da iyileşemedim, çünkü birini suya karıştırdım, diğerini de yuttum dersin. Hatta ağzımla g.tümü de karıştırıyorum de, tam olsun.
L: ???

Peki bu durumdan ne anladık. Valla ben bişi anlamadım, anlayan vara anlatsın. Tek bildiğim ben bir mıknatısım ve .... çekiyorum...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Alışmadık don, d..tte durmasss.


Oldum olası spor konusunda garip bir şekilde özürlü olduğumu düşünürüm. İlkokulda basketbol takımına almışlardı, foklor oynayacağım diye kaçmıştım. Tabi köylük yerde öyle yüzme neyin olmadığı amma velakin kafama kafama gelen toplardan hoşlanmadığım için yakan toptan öte gitmedi spor hayatım.

Nedense tipimden midir nedir, gerçek yüzüm ortaya çıkana dek beni gözüne kestiren çeşitli öğretmenler bir spora yönlendirmeye çalıştı ama keçi inadımla herkeşi püskürttüm.

Yüzmeyi Karadeniz dalgalarında büyüklerimizi taklit ederek öğrendim, neredeyse her arkadaşım gibi. Konu komşunun henüz yüzme bilmeyen bir çocuğu sapık bir şekilde sulara atıp “bövv” diye eğlenme çabalarına rağmen sudan hiç korkmadım. Hatta bu konuda o kadar cesaretliydim ki can simidi ile yüzdüğüm zamanlarda “devamına karışmayız, boğulabilirsin” dubalarını geçmiştim bir seferinde. Geriye baktığımda karınca gibi görünen sahilde bir toplanma, bir kalabalık. Yaklaştıkça annemin ufuk çizgisinde sarı mavi simidimle beni görüp fenalık geçirdiğini, çevredekilerin onu sakinleştirmeye çalıştığını ve beni almak için cankurtarandan yardım istediklerini ve akabinde nasıl bir ceza alacağımı tahmin etmem hiç zor olmamıştı.

Yılmadım. Hatta 30’lu yaşlarımda Enka’da yüzerken stil dersi aldığım hoca, “keşke küçükten başlasaydın bu işe, çok yazık olmuş” demişti. Kendisinin de kökeni Zonguldak’tı ve afedersiniz eşşek kibin biliyordu böyle birşey olmayacağını. Maytap geçti benle sanırım.

Arada kendimi salon sporlarına da vermiştim, sağlıklı olalım diye. Ama bu kadar sıkıldığım saatler olmamıştı. Kendime inat yaptığım için ciddi ciddi gidiyordum ama benim gibi yeteneksiz birinin kendini o aletlere kaptırması an meselesi. “Nani nani…(bu 112 acil servis sesi). -Baayana ne olmuş? -Kafası iki ağırlık arasında kalmış. – Ne yapıyormuş ya, nasıl olmuş? – Valla bilemiyoruz ama aynı anda hem bacak hem de kol kaslarını çalıştırırken oldu diyolla. Yeteneksizdi zaten bu, koşu bandındaki performansından belliydi. Hayır olan müessesimizin adına olacak.” Neyse ben de spor yapacağım diye neden terli bir sürü insanla aynı havayı solumak zorunda kaldığımı da hiç anlamadım. Ve bu devir de kapandı.

Ha bir de arada bir sürü tombalağın (yarebbi bana dava açacaklar) kendinden hareket eden aletlerle yaptığı pek pasif jimnastik serisine katılmıştım. İnsana ağır geliyor be yav. Hani o kadar mı acizim diyerek, ayaklarında hala işten geldikleri naylon çorapla dolaşan kadınlara bakarak, ağlayarak dışarı kaçmıştım. Paramı bile almadan.

Ama yaş kemale eriyor ya, metabolizma neyin yavaşladı. Yediklerim “ooh top top et oluyor” vallahi.

Haftalardır havaların ısınmasını, bu vesileyle kendimi sahillere vurup yürüyüş yapmayı hayal ediyordum. Bu zamana dek de, ay bulut geldi, ay rüzgar esti diye erteliyordum.

Bugün çok kararlı bir şekilde geldim eve. Hem kafamı da dağıtırım dedim. Tabi kendini benim “doğal koçum” ilan eden oğlum benden önce hazırlanmıştı. “Bittin sen” dedim içimden. Hem de ne bitme.

Bana göre sahildeki en iyi yerlerden biri olan Tarabya sahilinde, arabayı “Hayrola café”nin oraya park ettim. Sonra…

C: Hadi anniş başlayalım.
A: Peki, Yeniköye kadar hızlı tempo yürüyeceğiz.
C: Hayır koşalım. Ayrıca o kadar gitmeyelim kayboluruz.
A: Bugün ilk günüm koşmayalım. Hızlı yürüyelim. Sen de dakika tut. Ayrıca neden kaybolalım?
10 dk. sonra
C: Hadi geri dönelim.
A: Olur mu, daha yeni başladık.
C: Hadi koşu yarışı….
der ve aksi istikamete doğru kaba etlerine neft yağı sürülmüş gibi koşmaya başlar.

Geri döndüğümüzde arkasından bağırmaktan ve koşmaktan bitap düşmüştüm.

Tekrar yürümek istedim, “koçun olarak şurada jimnastik yapalım diyorum” dedi.

Belediyelerin çeşitli yerlere kurdukları jimnastik alanlarını faydalı bulmama rağmen nedense çok komiğime gitmiştir. Üzerinde genelde çarşaf ya da ekstra türbanlı kişileri görmemden midir nedir bilemiyorum. Hadi çekinmeyin, söyleyin. Onlar spor yapamaz mı deyin. Pek tabi yaparlar ama bileğe kadar etekle değil. Hatta etekle değil.

Neyse yapacak birşey olmadığına karar verip mekana çöktüm. Oğlan 2 tost, bir meyva suyu tüketti ve basbayağı uzun süre spor yaptı. Ben bir kahve içtim. O aletlerle spor yapan yukarıda bahsi geçen kişileri izledim. Basen bölgelerine bakınca o aletlerin bir işe yaramadığına karar verdim. Ben arabadan 3. Sınıf matematik kitabını alıp kesirlere çalıştım (küçük effendi iyi anlamamış da, anlatabileyim diye). Balıkçıları izledim. Orta 1’e giden kağıt helva satıcısı kızla sohbet ettim.

Sonra sosyetik hayrola café’ye 25 tl vermek suretiyle oğlan ve hayırlar olsun mekanı tarafından kandırıldığımı, bunun zaten zorla başladığım spor hayatımın bitirilmesi için bir komplo olduğunu düşünerek eve geldim.

Yarın evden gizlice mi çıksam? Yoksa bir dirhem et, bin ayıp örter demek suretiyle portakal kabıığı görüntülerimle yayılmaya devam mı etsem?

8 Mayıs 2009 Cuma

YALANDAN AĞLAMAYAN "SEVGİ PITIRCIKLARI": YANİ ANNİŞLER.



Allahtan özel günleri icat etmiş birileri. Gündem hoop, değişsin. “Sevgililer günü geliyor, geldi, geçti, kriz sevgilileri teğet geçti, mağazalar sevgililere şu kadar geçirdi” başlıklı bir sürü haber. Hem de günlerce. Oysa milli bayram haberleri iki tam sayfayı geçmiyor. O da sadece bir gün.

Mevsim; Anneler günü. Acıklı yazılar, gözyaşları. Bu kadın kısmısının %90’ı “hamilesiniz” haberini aldıktan sonra ota b.ka ağlamaya başlar. Kendimden biliyorum. İşin garibi o dönemde bunun sadece bir hormon förtlemesi olduğunu, birgün normale döneceğimi düşünüyordum. Ama durum öyle değilmiş. İçinde hafif duygusallık olan herşeye ağlıyorum. Haberleri izlemeye elimde mendille gidiyorum. Nasıl olsa bu ülkede hergün bir şehit, bir taciz, bir çocuk hakları ihlali, bir insanlık dramı var. Belediyeler birbirlerine köpek atıyorlar. Yani o mendilin hakkını vermemek imkansız. Haberlerdeki o çiğ arka seslerin ajitasyon dolu ifaderine rağmen isteyen sıkı ve tatlı bir ağlama seansı yaşayabilir. Bu sebeple “ajansları” pek sevmiyorum.

Ama iyi bir gazete okuyucusu olarak iki gündür sevgili köşe yazarlarımızın makalelerine ağlamaktan gözlerim şişti. Deniz Gezmiş anneleri, şehit anneleri, fakirlikten çocuğunu sokaklara bırakan annelerin dramı, annelerini, adı ne olursa olsun “kahpe” bir nedenle kaybetmiş 40’dan fazla küçük çıplak ayağın ama kocaman yüreklerin mezar taşlarını öpmeleri. Yüreğim acıyor, pek çoğunuz gibi, derinden...

Bir filaş bek yaparsak, çocukluğum anneler günü bir nevi törendi. Hediye vermeyi sevdiğimden ve bunu en çok sevdiğim kişiye verecek olmaktan mutluluk sarhoşu durumunda geçerdi "her mayıs ayının ikinci pazarı". Son derece “kitsch” iğrenç biblolar, tabak çanak aldığım günleri hatırlıyorum. Ama annemin onları merakla açıp, içinden çıkan iğrençliğe “ayy ne güzelmiş” demesini de beklediğimi anımsıyorum ve yüzlerce kez "anne beğendin mi?" diye sorduğumu da.

Annem aynı zamanda öğretmenim olduğu için ona hayranlıkla baktığım zamanları, benimle kızma birader oynasın diye attığım taklaları, sırtımı kaşısın, bana sarılarak uyusun diye “yollarına gül döktüğüm” zamanları hiç unutmuyorum.

Sonra malum hormonal dertlerle anneme gıcık olmaya başladım. Aslında ciddi bir travmadır bu. Yani herşeyi bildiğinden %100 emin olduğun annen ve baban aslında her insan kadar bilgilidir. Başka doğrular da vardır. Ve o saatten sonra seninkiler daha doğrudur. Bilge olan sen ve senin gibi zibidi olan cemaatindir. Bu kaosta babalar kızlarla daha iyi anlaştığından anneler en “düşmandır”.

“Neden bana bu kadar karışıyor, neden her istediğimi yapmama izin vermiyor, eşek kadar olduk ona ne?”. Sorular, sorular, akabinde öfkeler (öfkeden kudurduğum birgün annemin eteğini yırtmıştım ve olaya “bilmezlik” süsü verip dolabına asmıştım).

Bu sene dokuzuncu anneler günümü kutlayacağım. Allah 39’uncuları görmeyi nasip etsin. Henüz 10 yılı doldurmadan annemi ve onun sorularını ve bayıltan titizliğini o kadar iyi anlıyorum ki.

Mantıklı, mantıksız hep ve tek ve aynı şey aslında anne yüreğinin söylediği: “Çünkü sen benim çocuğumsun”. “Sen bir bakışınla içimi titreten, bir dokunuşunla dünyanın en mutlu insanı yapan, bir sorununla dünyayı başıma yıkan, uyurken nefesini dinlediğim, doğduğun günden beri kokusu hep aynı olan, bazen canımı yaksan da 5 dakika sonra affettiğim, merak ettiğim, sevdiğim, tutkun olduğum”.
“Ve beni anne yapan ve beni olgunlaştıran, dünya bir yana sen bir yana olan. En zayıf ve en güçlü yanımsın”.
“Yaşamsın. Hediyemsin”.

Sen baba olacaksın. Yazdıklarımın belki ancak yarısını algılayacaksın:-) Bunun yarısı doğandan kaynaklanacak, yani erkek olmadan, diğer yarısı da benim hatam olacak, seni nasıl yetiştirdiğimle ilgili...
Ama her kim ve her ne olursan ol, iyi ki annenim Can’ım, nefesim.

Annişin.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

KİMBİLİR KAÇ KEZ "DALYA" DEDİK BU HAYATA?


Demek rakamdaymış keramet. Son bir saattir kendimi daha büyümüş hissediyorum. Sanki 18 yaşına hazırlanır gibiydim kaç gündür. Ama bu sefer iple çekmedim. Hatta dedim ki “bir aksilik var bunda, benim yaşımı büyütmüş olmasınlar bilmeden, tahminen 5 sene kadar”.

Üçle başlayan hanelere geçmek hoşuma gitmemiş, 29 yaşında kalmayı çok istemiştim. Ama bu da bir nevi 9.99 olayı. Hani indirimlerde yemez ya 10 ya da 100 TL yazmak etikete, o misal.

Son yıllarda internet vs. işlemlerimde doğum yılımı bulmak için sayfanın altına ya da üstüne gitmekle başladı herşey. Oysa ne güzel “görüküyordu" ilk başta. Ve aynalar son bir iki yıldır ciddi bir SOS durumundaydı.

Önce güneşten dediğim çizgiler derinleşmeye başladı. Sonra bir beyaz tel gördüm, hemen aksi istikamette ikinciyi. Geçtiğimiz gün ise, ofiste makyaj yaparken tam 7 tel, dile kolay. Makyajı bırakıp elime geçirdiğim kağıt makasıyla hepsini dibinden kesmeye çalıştım. Odanın önünden geçenler gördü mü, gördülerse ne düşündüler? Umrumda mı? O an değildi.

Kuaförde bu kez daha dikkatli sordum; Ay: Arkalarda beyaz var mı? The kuaför: Yok ama genelde yanlardan başlar. Ay: Peki. Tahminen ne kadar zamanda avucunuza iyice düşerim? Hani zaman ve kazandığım paranın 3’te birini ne zaman size hibe ederim? (kuaförde harcanan zamandan feci sıkılırım ama makus talih). The kuaför: Yok sizin daha boyaya var. Kaç yaşındasınız? Ay: 35. The kuaför: Aaa? (harbi uzun). Valla hiç göstermiyorsunuz.

“Bu valla göstermiyorsunuz” cümlesi gurur okşamakla beraber tehlikelidir aynı zamanda. Annemin anneanne olduğu yıllarda herkes ona,”aman da aman ne kadar genç anneanne”, “hiç göstermiyor yaşını” falan derdi. Oysa kaba bir hesapla erken çocuk doğurmuş annem, erken çocuk doğuran ilk kızı sayesinde tahminen kırklara gelmeden nine olmuştu. Evet gençti ama benim için kocamandı. Şimdi kimse kendisine “ana 5 torun mu var, kimbilir ne kadar genç bir anneanneydiniz zamanında?” demiyor.

Neyse konuya geri dönersek, yazıya başladığım an itibariyle kendimi 1.5 saattir pek olgun ve de ağırbaşlı hissediyorum. Hep bu 35 yüzünden. Belki alıp da veremediğim kiloların sebebi de 35’tir.

Haah haaaa. Evet bundan sonra suçlanacak bir 35’im var...

Ve bir sürü şeyim:

Sağlığım. Bazen beni “toybox” olarak gördüğünü düşünsem de, beni seven bir miniğim. Bir sürü arkadaşım. Biraz has dostum. Belki düşmanlarım. Beni sevenler. Bana gıcık olanlar. 35’le kavga eden 15’lik kalbim. Elim. Ayağım. Gözüm. Yeni yaşımı en çok sevdiğim şeylerden biriyle, yani yazmakla başlayacak vaktim ve enerjim. Yarının daha güzel olacağına umudum...

Daha ne olsun?

1 Mayıs 2009 Cuma

TOPRAK ÇOCUĞU ÇİÇEKLER ALEMİNDE


Toprak çocuğuyum ben. Kendim de, burcum da toprak. Ondan yetişen her şey nimet, benim sadık yarim misali ama özellikle çiçekler...

Geçen gün arabada giderken yolun kenarındaki mor laleleri gördüm. Her nekadar bu şehrin yöneticilerinin alt yapı sorunlarını çözerken cimri, üst yapıya cömert olmalarını yadırgasam da içim sevinçle doldu.

Büyük bir heyecanla arka koltukta outran oğluma seslendim: “Lalelere bak, ne kadar güzeller!”
O ise tüm sevincime rağmen 8 sn sonra algılayan bir camış edasıyla şunu söyledi: “Eee ne olmuş? Sen zaten bütün çiçekleri seversin”.

Evet, ben bütün çiçekleri severim, bütün ağaçları, tüm yeşili, kırmızıyı, moru, sarıyı. Ama bazı çiçekler vardır ki, “mazi kalbimde bir yaradır”.

Leylak
Tam iki yıl olmuştu, iki yıl önce Bağdat Caddesinde kucaklamıştım bir demet leylağı. Leylak önemlidir benim için, hem de çok. Bahçemizde açan o kocaman leylak ağacı, annemin öğrencilerinin tam bu vakitler ona getirdiği leylak demetleri. Leylak annem demek, bazen annemin minik bir parçasını döpiyesinin soluna iliştirmesi demek, bahar demek, yaz geliyor demek, güzel koku demek, çok şey demek.

5-6 yıl olmuştur. Bir leylak fidanı almıştım aşağıdaki çiçekçiden. Balkonda bakıyordum ona. İki yıl mutlu etti beni, üçüncü yıl o zayıf filizden bir tane bile çiçek çıkmadı. Yılmadım derken altına diktiğim çiğdemler filizlendi, bir baktım kış gelmiş. Ve birgün eve geldiğimde bahçede daha iyi durur diye bahçeye indirilmiş. Bir daha hiç açmadı ben her bahar ona koşarken...

Geçtiğimiz haftasonu Taksim’de gördüm leylak satan bir kadın. Demetleri aldım, kokladım, kokladım, içime çektim. O an dünya benim oldu, çocuk oldum. Yanımda oğlum, öbür yanımda elinde plan defteriyle okuldan dönen annem, biz yürürken AKM’ye doğru, o leylak fidanını çocukluğuma diken dedem, canım dedem yattığı yerden bize el salladı. Şimdi narin dallarına bakıyorum, biraz daha geç solsunlar diye devamlı su veriyorum.

Lale
Bizim bahçede en çok kırmızısı olurdu. Kırmızı ve kocaman, ayrı bir özenle onlar için ayrılmış yerde bakılırdı. Aceleleri olurdu hep bir an önce solmak için ve tam olarak açtıklarında gelinciğe benzerlerdi, onun kadar kırılgan ve sessiz.
Soğanlar aldım bir sene. Üç tanesi siyaha yakın bir renk çıktı. Tam bir sonraki seneye onları nasıl saklayacağımı düşünürken bir gün komşum aradı: “Ya kapıcının bahçeye boca ettiği senin saksılar mı?” Evdeki kadını mı, kapıcıyı mı (normalde apartman görevlisi derim ama aklıma geldikçe sinirleniyorum) öldüreyim derken vazgeçtim. Şimdi ancak vazoda görüyorum, balkonuma lale dikmiyorum.

Hercai
Hercai menekşe denirmiş sonradan öğrendim. Bizim oradakiler daha ufak olurdu, İstanbuldakiler hormonlu. Ama hepsinin ortak bir özelliği var. Küçük ablamın ifadesiyle “ bize bakıyorlar”.

Kasımpatı
Hüzün. Bizim zamanın okullarında Atatürk’ün ölüm yıldönümlerinde okuldaki büstü süslemek için götürdüğümüz tek çiçek. Kışın habercisi cılız bahçelere en çok o hayat verir. Kasımpatı 10 Kasım demek, saygı duruşu demek, üşümek demek, hüzünden mi soğuktan mı bilmemek.

Bir mahsun mor menekşe ağlıyor mu ne?
bahçemizde yabani ve evcil her türlü menekşe evin en dip duvarlarına dikilirdi. Yabaniler daha kırılgan ama daha ilginç gelirdi bana. Memleketimin ormanında baharla beraber gelirler yaşama. Kaç kez denedim biliyorum, sanırım sadece orada yaşıyorlar.

Bahar dalı
Yapma çiçekleri sevmem. Ama o mağazanın süslemesinde kullanılan ve bana satılmayan bahar dalı çok canımı yakmıştı. Adı gibi bahar. Nazik. Yaşam dallarında mı, gül gibi açılan narin çiçeklerinde mi bilinmez.

Ve saksıda son sardunyalar Ilıca akşamları, ve mimozalar Çeşme rüzgarı ve yasemenler çocukluğumun misafir ziyaretleri ve filbahriler doğduğum evin kokusu.

Farkında olmadan çiçeklere kodlanan bir yaşam.

Ve yaş 35, yolun başı...

BİZZAT, BEN, KENDİM: PART 1


Aslında herşey küçük bir “nispeten” Anadolu kentinde başladı. Kendileri safkan Karadenizli sayılmasalar da, ahali Bağdat caddesinde arabaları ile piyasa yapan gençlerin, “uy uy uşağım” nameleri ile Tirabizon versiyonlarına hiç yabancı değildi. Oysa bir kısım “kıvırcık”, ki kıvırcık bir koyun cins olmakla beraber, aslında yerel halk için kullanılan bir terimdi, bir kısmısı ise batının şivelerine kelek atmalarına rağmen Karadeniz uşağu idiler. Bir de Rat adında kızıl kafalı, çıplak ayaklı ve sümüklü yüzlerce çocuğun oynadığı semt vardı ki, orası da İstanbul’un başka bir semtine denk gelirdi. Ama konun bunla alakası yok.

Genelde bir işçi ve memur şehriydi memleketim. Balıkçıları bile gömlek giyer, kravat takar, balıklara saygıda kusur etmezlerdi.Yaz dahil genelde yağmurlu şehrimde, gelir seviyeleri aşağı yukarı aynı insanları, aynı şekilde yaşar, aynı şekilde eğlenir, aynı şekilde evlenir ve ölürdü.Saçları gibi kendi de kıvırcık sayılan insanın hikayesi de işte burada başlıyor.

A, Hitler’in Almanyasında yaşasaydı eğer, ari olmadığı gerekçesiyle tahminen ilk sabun olabilirdi. Türklüğüne Türktü, hem de en saf kanından kendince, ama Türklükte kimler yoktu ki; Anne Doğu-Batı sentezi, baba zaten kıvırcık ama bir de babaanne var ki, göçmen olduğu söyleniyor vs. Zira baba tarafı Norveç halk dansları gibi. Sonuç olarak daha araya kimler entegre oldu bilinmez ama A, TRT açılış kapanışlarındaki istiklal marşında askerlerin “tüfek omza” demesiyle ağlamaya başlayan bir babanın kızı olarak dünyaya geldi.

Dede ve babaanne ile yaşanan bir evdi onlarınki. A, çok severdi o evi. Her ne kadar annesini tıslayarak okuldan geldiği ve bütün evi en baştan temizlediği günleri hayal meyal hatırlasa da, dedesi ölene dek onun kucağından hiç inmedi. Ve sırtından mandalina toplamak için ve dizlerinden resim yapmak için ve başından dedenin deyimiyle onu “kepaze” yapmak için.

Bir de Osmalı bir anneanne vardı ki, A konusunda anlattıkları şehir efsanesi oldu ailenin veletleri arasında. A neredeys bir buzağı ağırlığında doğduktan sonra, anneanne onu 40 gün yıkamış. Ama yaramaz A, her banyo sonrası anneannenin kucağına bir günü bile sektirmeden çiş yapmış. Tabi günün koşulları ve akıl yaşı itibariyle bu hikayeler akraba veletleri arasında Top 10’de yer aldı. İşin kötüsü hala da hatırlanır.

Anneanne güzel yemek yapar, süper kahve ve sigara içer, fal bakar, inanılmaz sözler ederdi. Bir de sentezin doğusunda duran dedeye kızardı sık sık. A, herşeyi gördü ama anneannenin odasının en güzel yerinde duran ud’nun sesini hiç duyamadı. Öğrendiğine göre aile meclislerinde o ud çok meşhurmuş. Neyse zaten o yıllarda udla arasında ciddi bir ilişiki de yoktu. Tek olayı acaba bu da tıngıdar mıydı?

Babaannenin meşhur kilitli dolabında dede için herşeyin en özeli saklanırdı. Ama büyük ablanın dolabın neredeyse merkez bankası kıvamındaki anahtarlarını sık sık yürütmesi haricinde dede hep o dolabı hep açardı A’ya. Ne A, ne diğer kardeşler, zaten evde bulunan malzemelerin ayrıca kilitli bir dolapta saklandığını hiç anlamadı. A için pek eğlenceli şeyler yoktu ama A dolaptakileri beğenmediği için hep o çok sevdiği yemeği yaptırırdı; köfte-papates.

TV ile bebeklik yaşlarında tanıştı A. O zamanlar da bir iki saat yayın yapan TV’de Heidi ve Peter ve keçiler hikayesini büyük bir heyecanla izlediği söylenir. Bir de film olduğunda “komadiklik” başladı diye evin içinde deli gibi koştuğu zamanları kendisi de hatırlar.

Yine Kedinin üstüne yattım

Evin ortanca çocuğunun Charli Çarliii, bkz. alt satırlar) adında bir kedisi vardı. Çarli A2’nin kedisi olmasına rağmen herhalde yaş ya kan çekmesinden dolayı her gece soluğu A’nın yatağında alırdı. Köpek Çarli’nin her nevi oyuncağı yuvasına taşımasından sonra kedi Çarli’yi çok sevdi A. Hatta onu yastık olarak kullanmaya başladı. Ancak anne “Çarliii, yeter artık, bıktım bu kediden, yine çocuğun yatağına yatmış, bu çocuk hasta olacak, büyüyünce de çocuğu olmayacak” çığlıkları atmaya başladığında, “kedi köpek olan evde namaz kılınmaz” diyen babaanne ile tarihlerinde görülmemiş bir işbirliği yaptılar. Ve Kedi Çarli’nin köpek Çarli gibi tayini Devrek dolaylarına çıktı. Kedi Çarli, başka bir çocuğun yatağında yattı mı, başka bir çocuk onun yumuşak tüylerine kafasını koydu mu bilinmez.

Mazeretim var, Asabiyim ben

Annenin kendini kötü hissetmesi için hep bir neden vardı. İlk çocuğundan sonra okulunu bitirebilmiş, idealist bıçkın baba, ailesinin telkinleriyle bazen sıkı delirirdi. Aşkı uğruna okulundan kaçan ve ilk hamileliğini dağ köylerinde at sırtında geçiren anne, bu duruma inanılmaz gıcık olur, sorun çıkarırdı. Ve yazıktır ki, A, o yıllarda annesini hep çatık kaşlarıyla hatırlar...

A’nın annenin deyimiyle “marazlı” bir çocuk olması da işleri iyice zora sokardı. A, annesi üzülmesin diye hep başka odalara giderdi, öksürmek için.

Dede, Tatlı Dede, Güzel Dede, Bahçe Hastası Babaanne
A’nın dedesi, torunlarına tapardı. Kocaman bir park yaptırdı bir gün, o kocaman çam ağacının altına. Salıncaklar, kaydıraklar, tüm mahalle o bahçede. Tabi A o sıralarda minnak olduğu için, büyüklere yalakalık yapmak için park kariyeri birilerinin salıncağını itmekten öteye gidemedi. Sonra salıncak kime çarpar oyununda, bir arkadaşının başına 60 kiloluk bir dana ve demir salıncak çakınca, yere fışkıran kanlardan korktu ve bir daha o salıncaklara binmedi.Dede A’ya kilden Atatürk heykelleri yapardı. Bir de oyun evi yapıyordu hastalanmadan önce. Kocamandı. Bitince boyanacaktı ama bitemedi.

Dede çok severdi güzel giyimli, bakımlı teyzeleri. Ama babaanne hayallerinin tam tersine kendisinden 8 yaş büyük bağ bahçe derdinde, çok güzel ama bunun hiç bir zaman farkında olmamış, olamamış bir kadındı. Sabahın köründe kalkar, bahçesine giderdi. Veletlerin bahçesine girmesini engellemek için bulduğu büyükçe yılanları bahçenin girişine asardı. Ablalar dahil diğer mahalle danaları A’yı kullanırlardı yılanları alması için girişten. A hala yılandan nefret eder.

Uğur kuşum, Murat kuşum

A’ların evinin alt katı A doğmadan önce kiraya verilmiş, ince elenip sık dokunduktan sonra. Ve aynı çatı altında tam 2 yıl önce “sarı papatya” doğar.Murat, A’nın gerçek anlamda ilk arkadaşıydı. Ondan büyük ve erkek olmasına rağmen r’leri söyleyemeyen A “Muyat Muyat” diye peşinden koşar ondan medet umardı. A ve Murat’a birbirinin aynı kazaklar, aynı oyuncaklar alınırdı. A bebekleri kadar arabalarla da oynardı.

Bir gün Murat’ın Babası inanılmaz güzel iki araba getirdi. A’nınki kırmızıydı, Murat’ınki yeşil. Tıpkı yıllar sonra bu dünyadan göçerken kullandığı araba gibi.Birlikte yıkanırlardı.

A, banyo ritüelinden sonra annelerin havlu almaya gitme seansında Muyat’ın Omo ile kendini köpürtmesine çok gülerdi. Muyat, uzun yıllar bilmeden de olsa A’ya ağabeylik yaptı. Onun en yakın arkadaşı oldu. Ama zaman onları da ayırdı.Sonra o kara haber geldi gecikmeli de olsa. Saklanan o haberin nasıl verildiğini ne zaman hatırlasa A, hep gözleri dolar. Çocukluk fotoğrafları, yeşil polo arabalar, kozlu sahil yolu hep acı verir. Baykuşlar öttüğünde içinden fısıldıdağı “uğur, kuşum, murat kuşum” sözleri bile hep olması gibi yaşanmamış bir dostluğun izlerini barındırır. A’nın bu konuda kendine verdiği sözler vardır, dilerim tutar.Uğur kuşum, murat kuşum; keşke hala yaşasaydın...

Anne, çiçekleri yediler...

Baba kendi mesleği dışında akabinde kazık yediği bir sürü işe girdi. Bunlardan biri Koyun kuzu işiydi. Diğerlerinden daha uzun sürdü bu iş ama sonradan anlaşıldı ki aslında ortada me’lere duyulan sıkı bir aşk vardı. Bu me kısmısı biryerlerden getirilir, sonra daha uygun olan başka köylere gönderilir ve orada beslenmeleri sağlanırdı. Ama ortalığı boş bulan her yeni gelen sürü önce dede ve annenin bahçesine saldırır, mevsimin çiçeklerini yerlerdi. A ve ekibine de sıkı bir çığlık atarak ve de gülerek sahneleri anneye bırakma zamanı gelirdi. Bitmez bir tantana en az 3 gün sürerdi. A’ya gereksiz yere çiçek kopartmamak öğretilmişti. O yüzden sabahları kalkıp gözüne kestirdiği çiçekleri öper koklar ama koparmaya cesaret edemezdi. Oysaki gevirgen kuzu tayfası çiçekleri gevrek gevrek yerdi.

Bumbum ve Jeffry

Bu sırada bir gün baba eve bir kuzu getirdi. Annesinin emzirmediği, istemediği bir kuzu. Birileri bakmazsa ölecek. Ama anne kıyamet kopardı, A ağladı, anne kıyamet A kriz. Nihayet kuzunun bir süre bakılmasına karar verildi. A kuzuya bumbum adını verdi. Onu ilk başta şırınga sonra da biberonla besledi. Bumbum 1 yaşına kadar geldi. Kendini hep köpek sandı. Sabahları A’nın peşine takılır, akşama kadar da ayrılmazdı. Bakkala bile beraber giderlerdi. Bumbum çiçekleri de yemezdi. Aynı A gibi zıplayabiliyordu. Sonra birgün nedensiz yere öldü. A onu bahçeye gömdürdü, her gün mezarını ziyaret etti. Bu dostluktan çok şey öğrendi A. Sanırım en çok da sevginin neler yaptırabileceğini. Sonra bir gün evin önünde çuvalın içinde A’nin oyuncak köpeğinden daha küçük bir yaratık çıkageldi. Jeffry....Merdivenleri bile çıkamayacak kadar küçük Jeffry, önce arka ayaklarını atar merdivene, sonra da ağlardı. A’nın kucağından hiç inmez, kendinden büyük herşeyden ölesiye korkardı. Kahverengi benekleriyle tüm mahallenin sevgili olan şirin ötesi bir havhavdı. Ama Jeffry 1.5 yaşında tahminen zehirlenerek öldü. Onun acısı ve A üzerinde yarattığı şok azalsın diye sırasıyla iki köpek daha getirildi eve. İlki 5 aylık kahverengi bir av köpeğiydi. Ama bahçede devamlı pusu kurup kuşları yakaladığı için A sevemedi onu. Sonra gelen ise benekli bir av köpeği yavrusuydu, 2 aylıktı. A onu çok sevdi ama annesinden ayrılmasına da çok üzüldü. Bir gün Baba ile onu annesinin yanına geri göndermeye üzülerek karar verdiler.

Yok Anne Köpek Kirlenmiş

A’nın hayatından bir sürü kedi ve de köpek geçti. Hepsi kısa süreliydi. A’nın eve hayvan getirmek konusunda aile halkına yaptığı numaralar yenmiyordu tabi. Ama oradan buradan bulunarak getirilen köpüşlerde genelde sorun oluyordu. Pireliler, uyuzlar, büyüyünce tilki çıkacağı şüpheliler. A, özellikle pire vs. kısmıyla başetmeyi öğrendi. Harçlıklarıyla “komşunun köpeği için” şampuan ilaç vs. alınmaya, zavallı hayvanlar sabah akşam yıkanmaya başladı. Anne bu sefer de sıkı bir hayvan hakları savunucu oldu ve köpeklerin hergün yıkanmayacağı konusunda nutuklar attı. Ama A ve yandaşı, köpeklerin çok kirli olduğu konusunda ısrar ederek, korsan yıkamalara deam ettiler. Nihayet Babanın hayvanların kendi kokularını kaybedeceği ve bunun onlar için kötü olacağı açıklamasıyla ikna olundu ve pireli, keneli köpek devri sona erdi. Sahiplenilen sokak kedilerinden de sayısız tırmık yenince bu sevdadan da vazgeçildi, Raymond gelene kadar.

Raymond’dan önce bahsedilmesi gereken bir vaka-i civciviye vardır. A’nın her türlü hayvana sahip olma dileği (incl. Şempanze, at vs.) Anne ve babanın arasının açılmasına neden oluyordu. Baba sırf A seviyor diye iyi huylu ve sakin tavuk (normalde adamın gözünü de oyabilirler) almış ve kuluçkaya yatırmıştı. A, her sabah koşarak tavuğun yanına gider, hayvanı kaldırır ve yumurtadan birşey çıkmış mı diye bakardı. Beklenen günün sonunda A’nın bir sürü civcivi oldu. Tabi civcivler büyüyünce anneleriyle beraber tayinleri köye çıktı.Ertesi yıl A, yine cicviv krizine girince, Baba bu sefer iki tane civciv getirdi ona. Annenin muhalefetine rağmen A onları antre’de bir kutuda beslemeye başladı. Gündüzleri ayaklarına ip bağlayıp bahçede dolaştırıyordu. Kedi kısmını gördüğünde ise ipleri çekerek güvenlik yapmış oluyordu. Sonra civcivlerde piliç oldu ve köye gönderildi, hiç bir şekilde onlara dokunulmaması, kesilmemesi yönündeki emirlerle. Bir gün köyden kara haber geldi; “yanlışlıkla sizinkileri yemişiz”. A, köyden, civcivlerini yiyen aç gözlü ve yalancı yakınlardan ve uzunca bir süre tavuk etinden nefret etti. Evdeki ağlama krizlerine girmemekte fayda var.

Masturbasyon Kralı Raymond

Bir bahar sabahı, okulların kapanmasına az bir vakit kala, baba A’yı uyandırdı ve bir süprizi olduğunu söyledi. Baba, Ankara’dan dünyalar tatlısı bir rus finosu getirmişti. Upuzun sarıya çalan tüyleri ve pörtlek gözleriyle hemen ilgili gönüllere girdi Raymond. Bilmiş A’nın akbaş, karabaş, pamuk gibi bir sürü isim varken neden Raymond adını koyduğu kimse tarafından anlaşılmadı. Ama aile ahalisi bir süre sonra Reymın demeye başladığı için köpüşün adı Reymın kaldı.A, tam 14 yıl geçirdi Raymond ile, çocukluğu, ergenliği, genç kızlığında hep Raymond yanındaydı. Kimseye anlatmadığı sırlarını onunla paylaşırdı. Sevecen insan delisi Raymond’ın kötü bir huyu vardı ancak. Eve gelene gidene bir mastu karşılama yapar ev halkı ise bundan çok utanç duyardı. Bir kaç köpek bulundu, vs. ama nafile. Raymond’ın eşcinsel olduğuna karar verildi. Yaşlandığında ise artık seks partneri bahçedeki dut ağacı olmuştu.

Kolejli olduk
A,sınavlar sonucu iyi bir dereceyle Koleje girmeye hak kazandı. Bu da ailede kriz yarattı tabi. Yıllardır eğitim eşitliğini savunan Baba, bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi. Anne ısrar etti. Ama babanın bir gün telefondaki arkadaşına “ ben yıllarca savunduğum şeye, eğitimde fırsat eşitliğine ters düştüğüm için çok üzülüyorum, sanırım koleje gidecek” dedi. A, bu konuşmayı hiç ama hiç unutmadı.

A’nın ilk İng. Quizleri tam bir felaketti. Nedense hep sıfır alıyordu. Çalışkan olarak adledilen A’nın bu durumu Anne ve Babayı derin bir sıkıntıya soktu. Okullara gidildi, ogretmenlerle görüşüldü. Hepsinden aynı umut verici yanıt alındı ama kimse ikna olmadı. A, IQ testine gönderilecekken iyi haber geldi. İlk ciddi sınavdan 9 alımıştı. O gün bayram yapıldı, güvenmez surat ifadeleri birden “biz zaten biliyorduk” haline dönüştü.


Kör oldum, göremiyorum
A’nın tüm şehirde efsane olan, Oxford’da okumuş bir İng. Öğretmeni vardı. Kısa boylu, kocaman gözlükleri ve tiz sesiyle Ayşe Hanım, herkesin korkulu rüyası idi. Tüm sınıflar yeni bir kelimeyi 10 kere yazarken A’nın sınıfı 25 kez yazıyordu. Cezalı olunan günler bu sayı 50’ye çıkıyordu. Diğer odevler de cabası. A’nın ve sınıftak diğer tüm arkadaşlarının işaret ve orta parmakları nasır oldu. Sabahlara kadar ödev yapılır oldu. Sonra A, birgün sabah 5 dolaylarında kör olduğunu ve göremediğini açıkladı. Defterini bile hayal meyal görüyordu. Ablanın yardımıyla ödevler bitirildi, Baba A’yı okula bıraktı. A görmemeye devam ediyordu, ama nedense defteri ve tahtayı göremiyordu, diğer herşey çok netti. Sonra doktora gidildi ve yorgunluk ve stresten kayaklanan kısa bir travma olduğu anlaşıldı. A akşamına görmeye başlamıştı.

Devam edecek...