
Adı Özkan’dı gittiğim psikiyatr’ın. Bir sabah işe gitmiş, nefes alamadığıma kanaat getirmiş, iş yerine en yakın hastanenin web sayfasından tesadüfen bulmuştum adını.
Çok düzgün biriydi Özkan Bey, ama benimle konuştuktan sonra bir daha kendine ne zaman geldi bilmiyorum. Hoş, bir kez daha gördüm sonra ilgili şahsı. Artcının 2 sene sonra geleceğini nereden bilebilirdi?
“Ne? İki departman kapatılıyor ve iş arkadaşlarınız işten atılıyor diye mi geldiniz?” demişti. “Evet bazıları yakın dostum. Ve çok üzülüyorum. Gidecekleri gün bile belli, öyle bekleşiyoruz. Tam 1 ay oldu ve dayanamıyorum. Ya da nalet olsun içimdeki insan sevgisine!”.
Gazetecilere haber verir diye şirketin adını bile vermemiştim. Hem sosyalim, hem sorumlu. “Kendinizle ilgili kaygınız var mı?”. “Yok benim kendimle ilgili kaygım. Olsa da sorun değil ama bana bağlı çocukları nasıl koruyacağım onu düşünüyorum”.
Teşhis: “Hem duygusal hem salak” olmuştu sanırım.
2006 yılında tekrar “Cee” dedim Özkan’a. İkinci kez gidince samimiyet oldu, Bey’i attık. Beni hatırlaması uzun sürmedi. Giden gitmiş, yeni yaşamlar kurulmuş ve daha az hatırlanır olmuştuk. İlginçtir o psikoloji. Gidenler, gitmek zorunda bırakılanlar, kalanlara içten içe gıcık olur. Kalanlarsa kendilerini suçlu hisseder nedense. Oysa gidenlerde gelecek kaygısının getirdiği endişeyle beraber bir hafiflemişlik de olur. Ama asıl yükü kalanlar yükler. Ya da ben öyle sanıyorum. Bu seferki ziyarette de konu aynı idi. Kriz benim departmana ve bazı bölümlere de sıçramış, her akşam bugün de kimse gitmedi diyerek günü kurtarır olmuştum.
Teşhis: “Hem duygusal, hem salak, hem de sıra ona da gelebilir, haberi yok” olmuştu.
Aradan zaman geçti, radikal kararlar alındı, köklü ama yeni kurulan yeni bir işe girildi. Yine tam iki yıl sonra, bir telaş bir hareket. Bu sefer konu “küçülme” değil, “birleşme”.
Bu şirket birleşmeleri insan birleşmesine benziyor. Pek tabi burada gitme kalma hesabı daha fazla ama genelde görücü usulü başlayan süreç, söz, nişan ve akitle son buluyor. Ya da “ayrı dünyaların insanlarıyız” tadında alınan altınlar geri veriliyor. Hendşeyk hem de gold. Ve maşirket hepimiz bir takım iş görüşmeleri yapıyoruz yeni patronajlarla.
O gün kim fön çektirmiş, kim takım elbise giymiş, kim normalden daha özenli bir haldeyse anlıyoruz ki iş görüşmesi var. 45 dkda bir, biri ayrılıyor binadan ve o sırada başka biri görüşmeyi tamamlamış geri geliyor. Bazılarını kapıda karşılıyor arkadaşları. Köşedeki polis arabasındaki memurlar ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. Acaba hiç saat tuttular mı? Hiç iki bina arasında gidip gelen insanların yüzlerine baktılar mı? Kaygı, tasa, endişe, sevinç, mutluluk.
Şirketlere girip bir daha başlarını dışarı çıkarmamış o kadar çok insan var ki. Hiç başka alternatif aramamışlar, hiç iş görüşmesine gitmemişler ve hiç özgeçmiş yazmaya gerek görmemişler. Burada da 10-15 yıl arası gelen bu sürpriz telaşı daha telaşlı hale getiriyor.
Birileri “ceket mi giysem yarın?” diye soruyor, diğeri “mutlaka” diyor. Bazıları işleri nedeniyle hiç gerek olmadığı için belki de ödünç alınmış ceketlerle yola koyuluyor. Bazen yolcu ediliyorlar, bazen karşılanıyorlar. Taktik veriyorum, CV yazıyorum, CV düzeltiyorum... İçim çekiliyor. Çekildiğini belli edemiyorum.
En zoru da tüyo alınan “güçlü ve zayıf yönün” sorusu. Birden keşfettik ki kimsenin zayıf yönü yok. Yani aslında var da, farkında değiliz veya değiller. Uyduruktan etkileyici zayıf yönler bulunuyor kafa kafaya verilip. Tam tersinde de durum vahim.
Ve yine öğreniliyor ki, 10 kaplan gücünde çalışanlar bu güçlerini bile bilmiyorlar.
Bir proce bile oluşturdum konuyla ilgili. Dayatma “misyon-vizyon” kardeşler bir köşede asılı kalsınlar, ama ben sanırım herkesin güçlü yönünü öğrenmek istiyorum. Belki herkesinki aynıdır.
Sonuç olarak bir ÖSS heyecanı ile yollar tepiliyor.
“Heyecanlanma, sakin cevap ver, işte bu da suyun, haaa, okunmuş pirinçleri de at ağzına. Şeker ye zihnini açar”.
Şeytan diyor ki al çekirdeğini, örgünü, git bekle kapıda mizansene uysun. Yanına da bul bir kaç “hatimci” yandaş.
“Nasıl geçti?” son günlerin kilit sorusu.
“İyi geçti”.
“Bakalım sonuçlar ne olacak”.
“ Ay saçmaladım sanırım”.
“Ya da heyecandan yapamadım”.
Bunların konuşulduğu en gözde mekan ise sigara yasağından sonra hazırlanan açık sigara odası. İçen içmeyen herkes orada. Bu mereti içtiğime sevinsem mi üzülsem mi bilmiyorum. Ama “sokaktaki vatandaşın” kalbi orada atıyor.
Öğle tatilleri ise genelde bir araya gelmeyen insanların ve grupların birlikte yemek yedikleri ya da kahve içtikleri ritüeller haline geldi. Tanıyan tanımayan, samimi olan olmayan birlikte. Geçen gün birlikte kahve içtiğim grup yedi cihan birleşir bunlar yanyana oturmaz çeşidindeydi. Biz Türklerin zor anda “yumak” olması hali bir nevi. Bense bu durumu “Hababam Sınıfı sınıfta kaldı” ya da “Hababam Sınıfı güle güle” tadında yaşıyorum. Sanki son kez biraraya olunuyor ve sanki bir anda biri bir fotoğrafını imzalayarak bana uzatacakmış gibi geliyor. Melih Kibar o meşhur müziği; naaa naaa naa naaa naa... diye en acıklı notada çalacak. Sonra Mahmut Hoca çıkıp herkesi affedecek ve bir anda melodi en neşeli haline dönecek. Sevinçle dans edeceğiz. Adile Teyze mutluluktan ağlayarak gözyaşlarını başörtüsüne silecek.
Umut dünyası ya, biz de böyle hayal ettik.
Ama hayat bu. Böyle olmuyor.
Fransızların dediği gibi; c'est la vie
Yani “this is life”...
Ya da “nalet olsun içimdeki insan sevgisine”...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder